Kahramanım aracılığıyla teşhircilik yapıyorum
Yeşim ÇOBANKENT
Mahrem in yazarı Elif Şafak, yazarlığın mahremiyeti açık etmek olduğu fikrinde
Genç, güzel ve ince bir kadın yazarsın. Ama kadın ve yazar sözcüklerinin yan yana kullanılmasından pek hoşlanmıyorsun...
- Evet, bu konda bir yazı yazdım. Burada iki şeye itiraz ediyorum. Birincisi erkek yazarların kadınları iyi anlatamadığı klişesi. Erkek yazarlar kadınların hikayelerini iyi anlatamazlar, kadınları anlatmak kadınlara düşer diye bir iddia var. Bu benim hiç hoşuma gitmiyor, o zaman kadınları sadece kadınlar, şehirlileri sadece şehirliler anlatsın! İkincisi de şu; konu sıkıntısı çeken bir dergi ortaya bir şey atıyor, mesela ‘‘roka seven kadın yazarlar’’ diyelim, kadın olmaktan başka hiçbir ortak özelliği olmayan sekiz kadın yazarı bir araya getiriyor, aynı basmakalıp soruları soruyor ve güzel güzel fotoğraflarını çekiyorlar...
Bu tür tanımlamaların seni kısıtladığını mı düşünüyorsun?
- Kesinlikle düşünüyorum ve bununla hiç barışık değilim. Ayrıca benim için ‘‘postmodern’’ ve ‘‘tarihi roman yazarı’’ gibi tanımlamalar da kullanılıyor, onlardan da rahatsız oluyorum. Ben sadece herhangi bir hikayeyi kovalıyorum ve kendime bu konuda duvarlar örmüyorum.
Seni modern bir şehrazat olarak niteleyenler de var...
- Bunu hiç duymamıştım ama tarihle ve tasavvufla ilgilenmemi ilginç buluyorlar. Ben de bunu ilginç buluyorum. Türkiye de garip bir kamplaşma var; bir tarafta Osmanlı ya dair her şeyi reddedenler ve diğer tarafta ne olursa olsun kabullenenler... Bence ikisi de çok farklı şeyler değil.
DÜZENLİ YAZMIYORUM
Gelelim kendi haline bırakmaya gönlünün razı olmadığı ‘‘Mahrem’’e, kitabını nasıl bir zaman diliminde yazdın?
- Mahrem i düzenli olarak yazmadım. Her gün belirli bir saatini belirli bir miktar yazmaya ayıran biri değilim. Bazı dönemler daha az, bazı dönemler daha yoğun yazıyorum. Yazdığım metinden etkilendiğim oranda metne yoğunlaşıyorum. Aşırı bir sessizlik olduğunda yazmayı sevmiyorum, hayatın kendi doğal sesi içinde yazdığımda kendimi iyi ve güvenli hissediyorum. Bir de geceleri yazmayı daha çok seviyorum.
Kendi kuşağına göre biraz ağır ve eski bir dil kullanıyorsun.
- Her hikayenin beraberinde kendi dilini getirdiğine inanıyorum. Eski bir dil kullanmayı özellikle planlamadım ama ben Türkiye ye döndüğümde kendi anadilimi öğrenmek için ders çalışmak zorunda kaldım, çünkü Türkçe nin inceliklerini bilmiyordum. İyi de oldu, bu sayede sözlük karıştırma alışkanlığı edindim.
ODAK, KADIN BEDENİ
Kitabında herkesin bildiği ama sessiz bir ittifakla üzerinde pek konuşmadığı şeylerden bahsediyorsun; insanların birbirlerini gözetlemelerinden, şişmanlardan, güzel sayılmayanlardan, güzellik takıntısından, kadınların kendilerinden daha çirkin bir kadın görünce mutlu olmalarından...
- Mahrem benim için gözlerden uzak olmasını istediğimiz şeyleri saklamak anlamına geliyor. Ben kendim de gözlerden çok rahatsız olan bir insanım. Kitabı yazmadan önce görülmekten ne kadar rahatsız olduğumu sorguladım ve yazarken biraz da kendimden yola çıktım. Görme işinin odak noktasının ‘‘kadın bedeni’’ olduğunu düşünüyorum. Biz kendimizi erkek bakışına göre biçimlendiriyor ve bu bakışı kendimizinmiş gibi içselleştiriyoruz. İşin kötüsü kendimize ve diğerlerine de bu gözle bakıyoruz. O gözün bazı estetik kalıpları var, kadınlar bu kalıplara göre birbirlerini dost ya da düşman görüyorlar.
Kadınları birbirleriyle tuhaf bir rekabet içine girmeye zorlayan şey bu bakış mı?
- Evet, bunun en kötü tarafı bizi kendimizden uzaklaştırması. Mesela bazı anoreksik kadınlar otuz kilodur ama kendilerini çok şişman bulurlar ve bunun bir sınırı da yoktur.
Kitabının ilginç bölümlerinden biri ‘‘Nazar Sözlüğü’’. Türkiye de hiçbir batıl inancı olmayan insanlar bile nazara ve kem göze inanıyor...
- Ben de inanıyorum. Kitapta gözün kendisinin hiç de masum bir şey olmadığını anlatmaya çalışıyorum. Görülmek istemediğimiz zaman böyle bir şansımız olmaması çok korkunç bir şey, hepimiz bakışlarımızın taciz edici bir şey olduğunu unutuyoruz. Kitabın kahramanı çok şişko bir kadın ve en büyük derdi seyirlik malzeme olmak. Ben bu kitabı yazarken sokaklarda gördüğümüz insanların hemen hepisinin ‘‘sıradan insanın’’ çeşitli versiyonu olduğunu gördüm. Peki neden süpermarketlerde ya da otobüslerde engellileri, cüceleri, çok şişmanları ve fiziksel kusurluları pek görmüyoruz?
Dikkatimi çeken bir şey var, kahramanından söz ederken ‘‘şişko’’ sözcüğünü pek sakınmadan kullanıyorsun.
- Doğru, biz de kimsenin yüzüne karşı şişman denilmez, körlere de kör denmez ‘‘ama’’ denir. Kitap biraz bununla da dalga geçiyor, hakaret olabilecek bir sözcüğü alıyor, içini boşaltarak tekrar iade ediyor. Ben de ‘‘şişko’’ sözcüğünü sıfat değil isim olarak kullanarak bunu yapmaya çalışıyorum.
Mahremiyet gibi bir kavramla ilgileniyorsun ama yazarak kendini çıplak bir şekilde ortaya koyuyorsun, bir anlamda teşhir ediyorsun. Bu da mahremiyeti ihlal etmek sayılmaz mı?
- Bundan kaçmak mümkün değil. Her anlamda hem görüyor, hem de görülüyoruz. Kitap yazmak tabii ki bir mahremiyeti açığa vurmak demek. Ben de kahramanım aracılığıyla teşhircilik yapıyorum.
AYNI ZAMANDA AKADEMİSYEN
ODTÜ de Siyaset Bilimi okudum, master tezimi kadın araştırmaları üzerine yaptım. Asistanlığa siyaset biliminde başladım, şu an Bilgi Üniversitesi nde asistanlık ve doktora yapıyorum. Türkiye deki akademik ortam çok farklı olsaydı bu iki alan fazlasıyla uyuşabilirdi ama buradaki akademik yapı çok muhafazakar.
Diplomat çocuğu yazar
Elif Şafak, kahramanı yemek yemeyi delice seven şişman, zeki ve mutsuz bir kadın olan bir kitap yazdı. Adı ‘‘Mahrem’’ olan bu kitabı konuşmak için şehrin tarihi lokantalarından birini seçtiğini öğrenince seviniyoruz. Kahramanı kadar olmasa da, o da yemek yemeyi seviyor ama turşu kavonozlarının ve zeytinyağlıların önünde poz verirken biraz utanıyor. Çünkü Elif Şafak ın kitabı tam da ‘‘yemek’’ ve ‘‘seyretmek’’ gibi iki temel meselenin etrafında dönerken, dört bir yanımız yemek yiyen ve bizi seyreden insanlarla dolu...
Şu an 29 yaşında olan Elif Şafak ın arkasında yazmaya çok erken başladığına şahadet edecek tane dört tane kitabı var. Boşanmış bir anne-babanın anneannesi tarafından büyütülen tek çocuğu olan Elif, çok yalnız ve ‘‘mutsuzluğunun farkında’’ bir çocukluk geçirdiğini söylüyor. Annesi diplomat olduğu için ergenlik dönemini ülke ülke dolaşarak geçirmiş ve çifte kavrulmuş bir yabancılık yaşamış. Yazmaya yönelmesinin en büyük sebebi bu derin yalnızlık, çünkü uydurduğu hikayeleri anlatacak kimseyi bulamayınca kendi kendine anlatmaya karar vermiş...
|