Bu röportaj, Elif şafak ile yüz yüze gibi, yan yana gibi, iki insanın, sıcak bir evde, pencere önünde, hani yağmur çiselerken, kısık ateşte sıcaklığını koruyan çay eşliğinde akan sohbeti gibi aktı gitti…
İki kadın, farklı zamanlarda, muhtemelen aynı saatlerde, bilgisayarın başına oturduk, konuşur gibi anlattık ve yazdık. Okurken, kimi zaman, alıp başını giden, ‘Biraz daha, hadi biraz daha’ der gibi, satırları yutan sorularda bunu hissedeceksiniz eminim. Ama sonradan dönüp baktığımda, onları kesip biçmenin, azaltmanın, sohbetin tadını da alıp götüreceğini düşünerek, akışına bıraktım… Bu yüzden, aslında röportaj demek, haksızlık olacak.
Ben sizi bu sohbeti okumaya davet ederken, bilinenler üzerine bir tekrar yapmak da istemiyorum: Bu kitaba nasıl hazırlandınız? Tasavvufla ne zaman tanıştınız? Neden tasavvufu yazdınız? Kitaba nasıl hazırlandınız? Ne kadar araştırdınız? Yazarken nasıl olursunuz?
Aşağıda bunlar yok, bizim sohbetimiz daha öteye gitti. Elif Şafak ile Doğu ile Batı, dün ile bugün, dünyevi ile manevi arasında, Aşk’ı, insanı, insanın kendine yolculuğunu, dünyayı, bugünü, hayatı aşk ile yaşamayı konuştuk. Daha doğrusu konuşmaya başladık diyelim… Aynı zamanda, onun içindekilerle dışarıdakiler arasında köprüler kurduk, dünya meselelerini de açtık biraz… Elif Şafak’ın hayat ve dünya ile ilişkisini açarken, biraz da aynaya baktık desem, yalan olmayacak. Buyrun, başlayalım…
Kendinizi edebiyat dışında bir alanda, başka bir dünyada, başka bir kadın, başka bir insan olarak hayal etmenizi istesek… Belki birkaç saat, ya da yalnızca bir gün için… Gözlemlediğiniz, hissettiğiniz, düşündüğünüz, empati kurduğunuz ya da yaşadığınız onca hayatı, insanı hesaba katarsanız, hayal ya da gerçek, nasıl bir portre geçer aklınızdan?
Nerede, kim olmak, kimi yaşamak isterdiniz? Yerleşik bir hayata, dumanı tüten bir çaydanlığa ve kalabalık bir aileye sahip huzurlu bir kadın? Dehası huysuzlukla ve yalnızlıkla, bencillikle bütünleşmiş, evreler arasında sıkışmış, kimi zaman yükselen, kimi zaman sıfıra inen, hayatın herhangi bir alanında bir dahi?
Hayatın hala yavaş aktığı küçük bir kasabada, küçük bir sınıfta, kalabalık bir öğrenci grubu olan, ileri bir evreye geçmiş bir öğretmen?
Geçmiş yüzyılda bir edebiyatçı? Statik bir hayat, sıcak bir ev, anne-baba, büyükanne-büyükbaba ile sarmalanmış, güvenli ve huzurlu bir hayatın içinde, küçük bir çocuk? Ya da örneğin, Ayn Rand, Halide Edip Adıvar, Mevlana… Kısa bir süre için, “O ben olmak isterdim” diyebileceğiniz biri ya da birileri var mı?
Zaman zaman, benim de başkalarına özendiğim, ‘Keşke o olsaydım’ dediğim insanlar oluyor tabii. Ya da kimi ortamlara gıpta ettiğim olmuştur geçmişte, çocukluğumda… Ama bu gelip geçici bir his. Ve ancak dışarıdan bakınca söylenebilen bir şey. Çünkü dışarıdan hoş görünen pek çok resim, içeriden başkadır aslında. Galiba kendim olmayı tercih ederim yine de.
Elimde başka bir şans olsaydı, yine kendi hayatımı seçerdim. Öte yandan “kendim” dediğim benlik de tek bir sesten ibaret değil. Ben içimde 6 parmak kadının yaşadığına inanıyorum. Bunları Siyah Süt kitabımda anlattım. Onlardan biri daha yerleşik bir hayat istiyor mesela, diğerleri daha göçebe. Yani kendi içimde de çelişkili, farklı sesler barındırıyorum, her insan gibi...
Belki de yaşarken, izlerken, yazarken, “o” olarak bunu yapıyorsunuz… Romanlarınızla, karakterlerinizle aranızda nasıl bir ilişki oluyor? Onların ne kadar içinde, ne kadar dışında yaşıyorsunuz? Zira edebiyat okurları, roman karakterlerinizi, onların davranışları, doğru/yanlış seçimleri hakkında eleştiriler getirecek kadar gerçekleştiriyor… Siz karakterlerinizi ne kadar gerçeğe taşıyorsunuz?
Ben yazarken çok değişiyorum. Kendimi tamamen yaptığım işe veriyorum. Adeta beynimin içinde başka kapılar açılıyor. Gündelik hayatta kapalı kalan kapılar aralanıyor. Yazarken kendi içimdeki bütün sesler ve renkler su yüzüne çıkıyor. Kendimi, anlattığım hikayenin ya da okurlarımın üstünde görmüyorum. Yatay bağlar kuruyorum karakterlerle. Yazının akışına kapılarak yazıyorum. Dolayısıyla anlattığım karakteri tek tek yaşıyorum. Onun hallerine, onun enerjisine bürünüyorum. Dışarıdan bakmıyorum karakterlerime, içlerine girerek yazıyorum.
Türkiye’de edebiyat okurunun iyi, samimi ve hakiki olduğunu söylüyorsunuz… Peki, sizce neden, örneğin Amerika’da olduğu gibi, büyük bir sektör oluşmasını sağlayacak bir okur kitlesi oluşmuyor? Birçok kitabın baskı tirajları, binler seviyesini geçemiyor? Eğer siz bunu başardıysanız, sorun nerede? Sizin kitabınızın bu kadar çok satmasının nedeni nedir? Belki de başka bir edebiyatçı, tasavvuf konusunu ele alıp, kitabı iyi bir satış rakamına ulaşmasaydı, sorunu popüler kültür, yozlaşma vb. ile ilişkilendirebilirdi…
Teşekkür ederim sorunuz için. Ben Türkiye’de iyi ve sahici bir edebiyat okuru olduğuna inanıyorum. Bu okurdan gelen her türlü eleştiriye kıymet veriyorum. Okurların yorum ve görüşlerini muhakkak dinliyor, takip ediyorum. Olumsuz görüşleri de dinliyorum. Benim için önemli olan, yaptığım işi sevmek ve sevdiğim işi yapmak. Bence sanat kucaklayıcı olmalı, dışlayıcı değil. Sanatçının “Ötekisi” olamaz. Bir yazarın “Ötekisi” olmamalı. Benim işim hikâye anlatmak. Ve hikayeler tüm insanlığın ortak değerleri. Böyle yaklaştığım için her kesimden okurum var. Kimseye önyargıyla bakmamaya önem veriyorum. Aşk’ın satış rakamları kadar, okur profilindeki çeşitlilik beni mutlu etti. Her kesimden, her yaştan, her sınıftan ve görüşten insan okudu bu romanı, kendinden birşeyler bularak... Sanatın böylesine kucaklayıcı olabilmesi gerektiğine inanıyorum. Bizim sektörümüzün pek çok sorunu var. Örneğin korsan ciddi bir dert hepimiz için. Matbaa işçisinden yazarına kadar, hepimizin emeğini çalan bir sektör korsan kitap. Yani bizleri etkileyen çok şey var. Ama unutmamak lazım ki; Türkiye’de son derece iyi, samimi ve gönülden yaklaşan bir okur da var.
Peki sizce sorunun bir nedeni, kimi edebiyatçıların, kendilerini bugünün modern dünyasına ve değerlerine taşıyamaması olabilir mi? Popüler olan herşeyi ve herkesi küçümseyerek, fanus içinde yaşamak, körleşmek gibi bir sorun var mıdır dersiniz? Edebiyat; öğretmenlik, “öğreten adamcılık” rolü ile zaman zaman karışıyor olabilir mi?
Bu saptamayı tüm bir edebiyat dünyası için yapmak haksızlık olur. Ama edebiyat ortamında böyle bir eğilim de var elbette. Seçkincilik, okura yukarıdan bakmak, toplumdan kendini ayrı ve hatta daha bilinçli görmek... Bu bir elitist tavır. Böyle yaklaşınca tabii ki koyduğunuz enerji de daha farklı oluyor. Bence okur çocuk yerine konmak istemiyor. Okur yazarından öğretmesini beklemiyor. Okur eşit görülmek istiyor. Hikaye anlatmak, iki eşit arasında bir aktarım, bir ruhdaşlık, bir sırdaşlık. Okur ile yazarın ruhdaş olduğuna inanıyorum.
Peki, neden artık hayatımızda şiir yok? Şairler nerede? Neden, şiirin artık eskisi kadar anlamı ve önemi yok bizim için?
Şiirin eski popülaritesi yok gibi görünebilir ama bence bizim kültürümüzde şiirin yeri o kadar derin ki, kolay kolay silinmez gibi geliyor. Nice şairimize o kadar çok saygım var ki… Onların dil ile dans edişlerine hayranlık duyuyorum.
Sizce popüler olan her şey kötü müdür?
Bizde ne yazık ki elit kesimde popüler olan her şeye karşı bir güvensizlik ve şüphe var. Ben bu elitizmden hazzetmiyorum açıkçası. Yani bir filmi çok sayıda insan izlerse o film otomatik olarak basit midir? Bir şarkıyı pek çok insan beğenirse o şarkı illa da kötü müdür? Mümkün mü böyle bir genelleme yapmak?
Elit kesimin kendisini halktan ayırma gereği duyması, insanlara tepeden bakması, ayrıcalıklı olmak istemesi bana doğru gelmiyor. Bence herkesin kendine karşı dürüst olması lazım. Her yazar okunmak ister. Her yazar daha fazla insan tarafından okunmak ister ve her yazar, kitapları çok satsın ister. Böyle değilmiş gibi rol yapmanın anlamı yok. Ve “Popüler olan her şey ucuzdur ya da kötüdür” lafı da doğru değil.
Aşk’ta, “Hepimiz tamamlanmamış bir sanat eseriyiz ve bizi tamamlayacak olan tek şey aşk” diyor Şems… Sizin de söylediğiniz gibi, akıl ve mantık çağındayız… Peki, sistem insanlara aşık olmak için zaman vermezken, odaklarımız artarak çeşitlenip, zenginleşirken, dikkatimizi toplamakta zorlanırken, anlık hazlar daha fazla öne çıkarken, telaşlar, endişeler, korkular, huzursuzluklar artarken, aşk için nasıl iştah bulunacak? Bugünün dünyasında aşk nasıl bulunacak? Aşkın artık, beklenmeden gelmesi mümkün mü? Dergilerdeki araştırma konularında ve kimi kitaplarda “aşkı bulmanın ve korumanın yolları” anlatılıyor… Bunu da bir iş haline mi getiriyoruz dersiniz?
Yaşadığımız çağda aşkı mekanikleştirdik, bir yanıyla yüzeyselleştirdik, bu doğru ama her şeye rağmen hayatlarımızda aşk var. Her şeye rağmen, insan aramaktan vazgeçmiyor.
Romanda bir bölümde Şems diyor ki; “Her insan tamamlanmamış bir sanat eseridir ve ömrü hayatımız tamamlanmaya çalışmakla geçiyor. Bizi tamamlayacak olan yegane şey de aşk ve gene aşk.” Aşk’ın tek bir zamanı var. Şimdiki zaman. Ne geçmiş, ne gelecek, sadece şu an. Yaşayacaksak, şimdi yaşayacağız. Geleceğe ertelemekle ya da geçmişe hayıflanmakla yaşanmıyor ki aşk. Ama şu da önemli, ta 13’üncü yüzyılda bir güzel insan çıkıyor, o kargaşanın içinde tüm kainata aşkla bakmaktan bahsediyor. İşte o insanın ne dediğine kulak vermek, bizi zenginleştirir. Mevlana da Tebrizli Şems de benim çok kıymet verdiğim insanlar. Her ikisinin de çağrıları yüzyıllar ötesinden uzanıyor, hiç dinmeden, eskimeden. Bence onlardan öğrenecek çok şeyimiz var.
Modern hayatın içinde, anlamlar yerine, anlık hazları yaşamak rutin hale gelirken, kronik hale gelen bir huzursuzluk ve aidiyetsizlik mi yayılıyor içimize? Çoğumuz boşlukta mıyız sizce? Geçmişte, hayat daha yavaş akarken, aşk daha kolay değil miydi?
Emin değilim. Onun da başka zorlukları vardı. Belki aşk daha az fiziksel, daha az “seyirlik” ve daha çok hayalde, zihinde yeşeren bir şeydi. Biraz daha platonikti bir yanıyla. Ama modernite öncesi dönemlerin aşkları da kolay değil. İçinde çok hasret var, hüzün var. Biz bugün pek çok açıdan daha şanslıyız. Ama ne yazık ki, kendi şansımızı idrak edemiyoruz.
Bugünün insanı giderek “ben”e odaklanıyor. Peki, insana değil de toplumun geneline bakarsak, sizce bu kaçıncı evre? Dünya, kaçıncı evrede? Sizce maneviyata “kalıcı” yöneliş başladı mı? Yoksa ekonomik krizin getirdiği, geçici bir zorunlu dönem mi yaşanıyor? Örneğin insanların, daha çok evlerinde vakit geçirmesi, tüketememesi, zorunlu sakinleşme… Herşey, eski düzene döndüğünde maneviyat yeniden unutulur mu dersiniz?
Maneviyatın kolay kolay unutulacağını sanmıyorum. Bu öyle temel bir ihtiyaç ve o kadar derin bir arayış ki, bir bakıyorsunuz her şeyi olan insanlar bile ruhani bir arayıştan vazgeçemiyor. Belki çok zengin, belki çok muktedir görünüyor uzaktan! Ama yüreğinde o arayış devam ediyor. Bu çağda maneviyata yönelişin artması da tesadüf değil. Tüm dünyada bu böyle. Tüketim toplumunun o mekanik temposunun içinde aşka olan ihtiyacımız, bugün her zamankinden daha fazla aslında.
Tasavvufu, bu yöndeki diğer yabancı felsefeleri düşünürsek… Onları daha fazla keşfetmek, “edep” kelimesinin anlamına odaklanmak… Nefsi köreltmek, insana kıymet vermek, kimseyi küçük görmemek, hırslardan arınmak… Özümüzü hatırlamak… Bunları kapsayan büyük resim… Dünyanın huzursuzluğuna, gelir-gider dengesizliğine ve daha birçok soruna çözüm olabilir mi dersiniz?
Tasavvufun hepimize iyi geleceğine yürekten inanıyorum. Beni nasıl dönüştürdüğünü bildiğim için bunu rahatlıkla söyleyebiliyorum. Her şeyden evvel dünyaya ve kendimize bakışımızı değiştirecek. Enerjimizi değiştirecek. Benim için tasavvuf kitabi bir bilgiden ibaret değil. Alıp hayatımıza uygulayacağımız temel bir okuma, algılama yöntemi. Başlı başına bir içsel yolculuk demek tasavvuf. Bu yolculuğa çıkmanın bizlere, bilhassa biz kadınlara çok iyi geleceğini düşünüyorum.
Peki ya insanın kendisi ile ilişkisi? Kendisi ile olan arkadaşlığı, dostluğu, kendine olan aşkı? Kendisi ile mutlu olan, kendisine yeten insanların sayısı artıyor… Bu da bir tercih, bir huzur, başka bir yaklaşım olamaz mı? İnsan, kendisiyle mutlu olamaz mı?
İnsan kendisiyle elbette mutlu olabilir. Yalnızlık ile ıssızlık aynı şey değil. Yalnızlık ile kimsesizlik aynı şey değil. İnsanın yalnızlığını sevmesi, bunun kıymetini bilmesi de çok önemli geliyor bana. Ama bir o kadar, bize bir “ruhdaş” lazım. Aynadaki aksimizi aramak gibi. Bazen bu bir kişi olur, bazen kitaplar, bazen yolculuklar… İnsanın yerinde saymaması ve değişime açık olması da önemli. Yoksa nasıl ilerleriz?
Özellikle iş hayatında, özellikle hayatın sert ve katı taraflarını yaşayan insanları, dibe vurup aynı hızla yükselenleri sıkça gözlemleme, birlikte olma şansını yoğun olarak yaşıyorum. Onlarla empati kurarken, evreler arasında da sert geçişler hissediyorum. Bazen, ileri evrelerdeki derinlik, anlayış, yoğun insan sevgisi, huzur, mütevazılık… Birkaç gün sonra ilk evrenin hırsları, insanlardan kopuş, öfke, bencillik, sevgisizlik… Belki de dehanın, iş dünyasındaki yansımaları… Ya da Friedrich Nietzsche’nin ünlü sözü; “Beni öldürmeyen şey, beni güçlendirir.” durumu… Güçlendiren, bencilleştiriyor olabilir mi? Hiç, iş dünyasını bu açıdan gözlemlediniz mi?
İş dünyasını bir romancı merakıyla gözlemliyorum, evet. Kendi arkadaşlarımdan, çevremden gördüklerimi, okuduklarımı, uzaktan hissettiklerimi birbirine ekliyorum. İş dünyasının dinamiklerini bir gün bir romanda ele almak istiyorum. Evreler arası sert geçişlerden bahsetmeniz dikkatimi çekti. Bu benim de gözlemlediğim bir şey. Halbuki o sertlik ileride başka sertliklere, başka sorunlara yol açıyor. İnsanın kalbinin yumuşaması bence önemli bir süreç. Öyle pat diye olmuyor. Zamanla, adım adım, uğraş vere vere, emek istiyor. Halbuki biz sürekli bir “sert ve güçlü dış görünüş” istiyoruz. Bu tüm dünyada böyle. Özellikle siyaset, iş dünyası, akademi ya da futbol gibi belli başlı alanlarda insanların, bilhassa erkeklerin duygusal olmalarına tahammül yok. İlla çetin durmak gerekiyor. Bu ne kadar yıpratıcı bir şey. Ağlayamamak, duygusallaşamamak çok büyük bir eksiklik bir insan için. İş dünyasının görünmez, yazıya dökülmemiş kuralları, insanları olduklarından daha farklı davranmaya ve görünmeye itebiliyor. Tek bildiğim içi güçlendirmeden, içe yönelmeden dış görüntü üzerinde durmanın uzun vadede pek faydalı olamadığı. Aslolan içteki denge ve ahenk bence...
KobiFinans Dergisi 25. Sayı, Ocak 2010
|