Ünlü yazar Mevlana ile Şems´in hikayesini anlattığı muhteşem romanı ´AŞK´ı sinema filmi yapmak için birçok ünlü yönetmenden teklif alıyor. Ancak bu konuda hiç acelesi yok
Annesi babası o çok küçükken yollarını ayırdı. Çalışan bir anne, yalnız geçen bir çocukluk demekti. Yalnızlığının üstesinden gelebilmek için adeta içgüdüsel bir ihtiyaç ve derin bir tutkuyla bağlandı kitaplara. Kendi renksiz sıkıcı dünyasından kitaplardaki renkli dünyalara gidip geldikçe, yazı serüveni başladı. Dokuz yaşında bir çocuğun yalnızlığıyla baş etmek için çıktığı bu yolculuk onu, sadece Türkiye´de değil dünyanın pek çok ülkesinde çok sevilen ve çok okunan bir yazar yaptı. Elif Şafak´la, tasavvufu, yazı serüvenini ve İstanbul´u konuştuk.
Tasavvufla nasıl tanıştınız?
Yirmili yaşlarında bir üniversite öğrencisiydim. Benim etrafımda gördüğüm bir kültür değildi. Karınca adımlarıyla başladım hakikaten. Bir gün Abdülbaki Gölpınarlı´nın bir kitabını okuyorsunuz. İçinizde bir şey ´tık´ ediyor. O kitabın bir dipnotunda bulduğunuz bir şey, sizi Annemarie Schmell okumaya teşvik ediyor. Annemarie Schmell´in bir kitabından, İdris Şah´a gidiyorsunuz. Derken oradan Mesnevi´ye... Ama bu öyle bir derya deniz ki ne kadar okuyunca ne oluyoruz, bilmiyorum. Belki de insan okudukça cehaletini, hamlıklarını görüyor. Bu yüzden ben biliyorum gibi bir iddiam yok.
Çok dingin görünüyorsunuz? Tasavvufla ilgilenmeden önce de bu kadar dingin miydiniz?
Bunu bana büyük oranda tasavvuf öğretti... Annelik öğretti, hayat öğretti, zaman öğretti, dostlar öğretti, okurlarım öğretti. Tabii ki dingin olmayan yanlarım da var. Onlardan kurtulmak için çalışıyorum...
Türkiye bağlamında baktığımızda, Tasavvuf sağ sol değil de başka bir yol arayışı, kavgaları bitirecek bir seçenek olabilir mi sizce?
Ben bu kavgaların bitmesini çok arzu ediyorum. Sağdaki de, soldaki de, muhafazakarı da, Kemalist´i de, birbirimizi zihnen ve kalben çok ötekileştiriyoruz. Tevazuya ve kendi kusurlurımızı görmeye ihtiyacımız var. Bütün buralarda tasavvufun bize hakikaten yol gösterebileceğini düşünüyorum. Soyut, teorik, donmuş bir öğreti değil tasavvuf. Gürül gürül bir enerji, yaşayan, soluk alan bir öğreti.Önemli olan bunu hayata geçirmek.
Siyasetçilerimize tavsiye eder misiniz?
Çok isterim. Hem iktidarın hem muhalefetin siyasetin her alanındaki insanların sakin olmaya çok ihtiyacı var. Mecliste kavgalar toplumu da etkiliyor. Siyasetçilerin bu sorumluluğu hissederek, daha dingin olmaları önemli. Aslında sadece siyasetçiler değil bence herkes tasavvuf öğrenmeli.
Yurtdışında bizden çok daha iyi tanıyorlar sanki Mevlana´yı...
Bu çok ironik bir şey aslında. Özellikle Amerika´da inanılmaz bir Mevlana sevgisi var. Orada ´En çok satan şair´ diye geçiyor. İngiltere´de çok ciddi bir ilgi var sufi literatüre. Mesela Nobel ödüllü yazar Doris Lessing üzerinde İdris Şah´ın çok büyük etkisi vardır. 800 sene sonra bu kadar farklı dinden ve kültürden insanı buluşturabilmesini çok önemsiyorum.
Sinan Çetin´le bir Mevlana filmi yapacağınız konuşuluyor. Doğru mu bu?
Sinan benim arkadaşım. Ben romanımın film yapılmasını tabii ki arzu ediyorum. Niyet düzeyinde konuşulan bir şey bu. Sinan´dan teklif geldi diye bir şey yok. Bunu çok önemsediğim için tek bir şey söyleyeceğim. Başka bir roman olsa kendi nefsimle hareket edebilirim. Ama bu bir Mevlana filmiyse, hakkını vererek yapmamız lazım. Doğru insan, doğru ekip, doğru enerji işin içine fazla nefs karıştırmadan yapılması lazım. Burada konuşulan isimlerden bağımsız bir şey söylüyorum. Türkiye´de çok saygı duyduğum yönetmenlerden teklif geldi. Ama hala niyet düzeyinde şeyler.
Yazı serüveni nasıl başladı? Birden ilham mı geldi? Yoksa ´Ben yazar olacağım´ diye karar mı verdiniz?
8-9 yaşımdan beri yazıyorum. Tabii o zamanlar yazar olmak diye bir şey aklımın ucundan geçmiyordu. Benimki adeta hayata tutunabilmek için içgüdüsel bir ihtiyaç gibiydi. Annemle babam ayrıydı. Annem çalıştığı için evde hep tek başımaydım. Ne yapar yalnız bir çocuk? Hayal kurar... Bir sürü hayali kahramanım vardı. Sonra onları yazıya döküyorsunuz. Yazı öyküye, öykü romana dönüyor. Yazar olma arzusunu ne zaman duydunuz derseniz, onu yirmili yaşların başında duydum.
Nasıl yazıyorsunuz?
Hiçbir tekniğim yok. Bazı yazarlar yazarken düzensizlikten, en ufak sesten rahatsız olur. Ben olmam. Yaşarken yazarım. Cafelerde yazabilirim, kendimi banyoya kilitleyip yazabilirim. Her yerde, her an yazabilirim. Yeter ki hikayenin içine girebileyim.
Sizden hiç beklenmeyen şeyler yaptınız? Evlendiniz, Çocuk yaptınız. İki tane hem de...Yazı serüveninizi nasıl etkiledi bu? Gerçi Aşk´ı okuduğumda ben çok olumlu etkilediğini düşünmüştüm
Eyvallah... Sadece yazı serüvenim değil bütün hayatımı çok etkiledi aslında. Çok zorlandığım zamanlar oldu. Siyah Süt bir anlamda onun yansımasıdır. O kitabı yazmak bana çok şey öğretti. Benim kendi içime demokrasi gelmesini sağladı ki, oradan sonra gelen o dinginlikle ´Aşk´ yazılabildi. Annelik çok güzel bir şey. Ama zorlukları da var. Bunları da konuşabilmemiz lazım.
Bu zorluğu çok yakından gözlemliyorum şimdi. 40 günlük bebeği olan bir arkadaşım var. Siyah Süt gibi ´Loğusa Kadının Manifestosu´ sayılabilecek bir kitabın yazarı olarak ona neler önerirsiniz?
Hakikaten Siyah Süt´ü okumanın arkadaşınıza iyi gelebileceğine inanıyorum. İnsan panik yaşıyor. Bakıyorsunuz herkes mükemmel, kadın dergilerinden fırlamış gibi. Bende bir gariplik var duygusuna kapılıyorsunuz. Bu yalnızlık duygusu depresyonu derinleştiren bir şey. Onun için bir başka insanın depresyonunu okumak ve hatta ona gülebilmek çok hafifletiyor o yükü.
Kadınlar sıkıldıkları zaman önce saçlarıyla oynar. Sizinkiler hep aynı. Buradan hiç sıkıntınız olmadığı sonucunu çıkarabilir miyiz?
(Gülüşmeler...) Roman eleştirisinden çok saç eleştirisi çıkıyor herhalde basında. Neden değiştir miyorum? Demek ki içimden gelmiyor. Sıkıntı olmaz mı yoksa... Mesela Aşk´ı yazarken o kadar çok yoldum ki tırnağım düştü... Ellerimle çok oynarım ben. Ama saç... Demek ki öyle bir ihtiyaç duymadım. Olabilir de. Benim sağım solum belli olmaz.
Son kitabınız ´Kağıt Helva´?
Kağıt Helva çok mütevazı bir kitap. O yüzden ´Karın doyursun diye değil tadımlık okumalar´ dedik. Yazarlık serüveninize bakıp, geçtiğiniz yolları gösteren bir yol haritası çıkarıyorsunuz. Kitaplarımda öne çıkan on temayı seçtik. Yolculuk, inanç, aşk, kadınlık gibi... İnsanların aralarda açıp okuyabilecekleri hem keyif alabilecekleri hem de düşündürecek sözler bunlar.
Yeni bir kitap müjdesi var mı?
Yeni romana başladım. Konusundan bahsetmek için çok yeni. Çünkü henüz ben de bilmiyorum. Ben kafamda böyle bütün çerçeveyi kurup, sonradan yazan bir yazar değilim. Hep bir hisle, bazen bir sahneyle başlıyorum. Renklerini biliyorum mesela. Ondan sonrası yazdıkça gelişiyor. Her bir karakter kendini geliştiriyor.
Ne renk peki?
(Gülüşmeler) Bir turkuazlık var...
İSTANBUL...
Nasıl tanıştınız bu şehirle?
Ben bu şehre sonradan gelenlerdenim. Bence bu önemli bir ayırım. Yirmili yaşlarında bu şehre gelen birçok insan aslında gönlünde bir duyguyla ve bu şehirde yaşamayı seçerek geliyor. Ben de 20´li yaşların ortalarında seçerek geldim bu şehre. Ve o zamandan beri de kimi zaman kaçtığım, kimi zaman hasretle döndüğüm bir şehir oldu.
Ne ifade ediyor sizin için?
Bence bu şehir bilhassa sanatçılar için bir ilham deposu, bir hazine. Hakikaten her yanı hikaye kaynıyor. Her taşının altı, her kapının arkası... Hikaye anlatmayı seven bir insan için İstanbul eşsiz bir yer.
Romanlarınızda da kahramanlarınızın yolu hep bir şekilde bu şehirden geçiyor. Ve tıpkı İstanbul gibi doğuyla batıyı tanıştırma ve kaynaştırma çabası görülüyor. Bu özellikle yaptığınız bir şey mi?
Bu kaynaştırma çabası, özellikle yaptığım bir şey bir anlamda. Çünkü ben de hayatı böyle algılıyorum, böyle yaşıyorum. Kendime baktığımda hem doğulu hem de batılı yanlarım var. Ben kafamda, gönlümde bunları karıştırarak yaşıyorum zaten. İster istemez yazı serüvenine de yansıyor.
Ben sizi tam da bu yüzden İstanbul´a benzetiyorum aslında. İstanbul da tıpkı romanlarınız gibi, doğuyla batıyı birbirine bağlıyor. Siz de kendinizi benzetiyor musunuz İstanbul´a?
Kendimi değil de, edebiyatımı benzetmek isterim. Bunu çok hoş bir iltifat olarak duyarım. Çünkü sentezlerin müthiş bir enerjisi, derinliği var. Hiçbir kültür yalıtılmış değil birbirinden. Batının doğudan, doğunun batıdan öğreneceği çok şey var. Aslında bütün bu doğu ve batı kalıplarını aşmaya ihtiyacımız var. Bunu yapabilmenin yolu buluşmalardan geçiyor.
RÖPORTAJ: ARZU AKYOL
Yeni Şafak
13.03.2010
|