. : Duyurular :  Elif Şafak resmi web sitesi: http://www.elifsafak.com.tr / Elif Şafak’ın twitter adresi: http://twitter.com/Elif_Safak / Facebook: http://www.facebook.com/Elif.Shafak
    Elif Şafak´la yeni kitabı ´Şemspare´yi konuştuk. Şafak, yeni bir romana başlamanın sancıları içinde sorularımızı yanıtladı. ´Bence bir Türk yazarın hiç ama hiç politikayla ilgilenmemek...Devamı >>

  Elif Şafak´ın mart başında çıkan yeni romanı "Aşk" kısa sürede en çok okunanlar arasındaki yerini aldı. Şafak önceki romanlarında olduğu gibi yine toplumsal kuralların, geleneklerin, gö...Devamı >>


Röportajlar
Elif Şafak, Mahrem ve edebiyat

Elif Şafak, Mahrem ve edebiyat

 

Son haftaların çok konuşulan kitaplarından “Mahrem”in yazarı Elif Şafak’la kitapları, edebiyat dünyası ve hayat üzerine söyleştik

 

 

13 Ekim— “Neyi yaşıyorsam onu yazıyorum demiyorum. Ama belki şöyle bir şey diyebilirim: Ne şekilde yaşıyorsam, o şekilde yazıyorum. Yaşamla kurduğum ilişkinin “nasıl”ı, edebiyatla kurduğum ilişkinin “nasıl”ına daha yakın, daha bağlantılı...” Böyle diyor Elif Şafak ve devam ediyor...

 

 

“Her üç kitapta da (Pinhan, Şehrin Aynaları, Mahrem) merkezde değil de kenarda kalmış, “ötekileştirilmiş” insanların hikâyelerini anlatıyorum.

Yaşamla kurduğum ilişkinin ‘nasıl’ı, yazıyla kurduğum ilişkinin ‘nasıl’ına benziyor...”

 

 

M. Salih Polat: E dergisinde yer alan bir yazınızda, “Aslında edebiyat belki de ‘olduğumuz şey’i olmayı sürdürmekten ziyade, ‘olmadığımız şey’in rolüne yakınlaşabilmektir. Eninde sonunda o ‘öteki’ sandığımızdan hiç de uzak olmadığımızı görmek ve gösterebilmek için. Bu yüzden işte, rahatlıkla denebilir ki ‘kötü’ yazarlar, hiç de kötü yazmazlar.” diyorsunuz. “Pinhan”da veya “Mahrem”de, sizin hiç de uzak olmadığınız öteki kim?

 


Elif Şafak: “Pinhan”da doğuştan çift cinsiyetli ve heterodoksi eğilimli bir kişi anlatılıyor. Son zamanların moda tabiriyle bir “öteki” anlatılıyor. “Şehrin Aynaları”na baktığımız zaman, burada dinsel bir azınlığa mensup insanlar anlatılıyor. 17. yüzyılda İspanya’dan bir şekilde kaçmak zorunda bırakıldığı için İstanbul’a gelen bir Yahudi’nin hikâyesi bu. İstanbul’a gelip Museviliği ile tanıştıktan sonra bile “öteki”likten kurtulamadığını fark etmesinin de altı çiziliyor. “Mahrem”de ise çok çok şişman bir kadın anlatılıyor. Dikkat ederseniz, her üç kitapta da merkezde değil de kenarda kalmış, “ötekileştirilmiş” insanların hikâyelerini anlatıyorum. Dolayısıyla, bunların hiçbirisi benim kimliğimmiş gibi durmuyor. Ama sonuçta ben bu insanlara kendimi çok yakın hissediyorum ve daha yakın hissettiğim şeyleri de daha iyi anlatıyorum.


Polat: Birebir bir örtüşme de değil söz konusu olan...

 

E. Şafak: Birebir örtüşme var zaten. Edebiyat dergileri konu sıkıntısı çekince sık sık böyle şeyler gelir gündeme. “Erkekler kadınları yazabilir mi, sorunlarını anlatabilir mi” gibi tartışmalar başlatılır. Dikkat ederseniz, bunlarda genellikle yazarın kimliği ile yazılan özdeşleştirilir. Böyle okuyoruz ve yazılan aracılığıyla yazarı bulmaya çalışıyoruz. Yazılan aracılığıyla bana yaklaşacaksanız, sonuçta hermafrodit değilim, Yahudi değilim, çok şişman değilim. Bu çıkıyor ama bir taraftan da bunlarım, bunlara kendimi çok yakın hissediyorum. Ben kimlik denilen şeyi daha çoğul, daha parçalı bir şey olarak algılıyorum. En azıdan kendimi öyle algılıyorum. Bu yüzden de romanların kahramanlarıyla kesişiyormuşum gibi geliyor.


“Dergiler konu sıkıntısına girince ‘Erkekler kadınları yazabilir mi, sorunlarını anlatabilir mi’ gibi tartışmalar başlatılır. Burada genellikle yazarın kimliği ile yazılan özdeşleştirilir.”

 

“YAZANLA YAZILAN ÖZDEŞ DEĞİL”

Polat: Yine aynı yazıda, “Edebiyat dünyasında hayal ile hakikatin bağlantıları kendi kurallarına göre tanımlanır. Bir edebiyatçının kişiliğini yazdıklarından okuruz. Bir kitabı okurken sadece anlatılanı değil, anlatanı da okuduğumuzu düşünmek isteriz” diyorsunuz. Böyle bir örtüştürmeyi eleştirdiğiniz ortada. Peki ama neden? Eserin arkasında yazarın ruhunun hiç değilse bir bölümünün bulunması gerekmez mi?


Elif Şafak: Birebir bir örtüşme olabilir ama olmaya da bilir. Bunu söylemeye çalışıyorum. Yaşadığımız şeyi olduğu gibi aktardığımızı zannetmiyorum. Neyi yaşıyorsam onu yazıyorum demiyorum. Ama belki şöyle bir şey diyebilirim: Ne şekilde yaşıyorsam, o şekilde yazıyorum. Yaşamla kurduğum ilişkinin “nasıl”ı, edebiyatla kurduğum ilişkinin “nasıl”ına daha yakın, daha bağlantılı. Ben kendime bakıyorum, öyle çok düzenli, disiplinli, vaktini iyi kullanan bir insan değilim. Tersine, düzenden ziyade kaosa yakın bir insanım. Benim hayatla kurduğum ilişki biçimi bu ve bu yazıma da yansıyor. Çok düzenli olarak “her gün şu saatler arasında şu kadar sayfa yazmalıyım” diye düşünmüyorum. Daha savruk yazıyorum. Dolayısıyla, yaşamla kurduğum ilişkinin “nasıl”ı, yazmakla kurduğum ilişkinin “nasıl”ına benziyor.


Polat: Bir edebi eserin arkasında ancak ruhunuzun bir parçası olduğu zaman anlam kazanır diyenler de var...

 

E. Şafak: Ben bunu reddetmiyorum. Mutlaka bu kitapta da benim kişiliğime, dünyayı algılayışıma dair ipuçları vardır. Ben birebir örtüşme aramanın anlamsız olduğunu söylüyorum. Yoksa bu kadar keskin çizgilerle birbirinden ayırmak mümkün mü? Yazıda da dediğim gibi, bir sinema oyuncusu için aynı şeyi düşünmüyoruz. Adam çok cesur rollere çıkıyor ama günlük hayatta korkak olmasını yadırgamıyoruz. Çünkü o bir rol diyoruz. Ama edebiyatta öyle değil, yazılanla yazanı çok fazla özdeşleştirmeye çalışıyoruz.

 

“OKURLA YAZAR ARASINDA HİYERARŞİK BİR İLİŞKİ YOK”

Polat: “Görme Biçimleri” üzerine kitaplar yazılan, “görünme biçimleri” üzerine dergiler çıkartılan bir çağda, “görmeye ve görülmeye dair” bir roman yazdınız ve herhalde okurun böyle algılayamayacağından ürktüğünüz için olsa gerek, hem kitabın kapağında, hem de her söyleşinizde bunu belirgin bir biçimde “gösteriyor”sunuz. Neden, durum gerçekten bu kadar umutsuz mu?


E. Şafak: Kitapta yer alan “nazar sözlüğü”ne atıfta bulunmak için yaptım bunu. “Mahrem” benim gözümde çok kapılı, çok parçalı bir roman. Olduğu şeyin bir minyatürünü de içinde barındırıyor. “Görmeye ve dair bir minyatür anlatı daha var. Bu da “nazar sözlüğü.” Biraz o duyguyu vermek için yaptım bunu. Yoksa okur bunu anlamaz diye bir düşüncem asla yok. Bu tür tartışmalardan da hiç hazzetmiyorum. Yazar-okur ikileminin çok hiyerarşik bir şekilde kurulduğunu düşünüyorum. Özellikle, yazarlar farkında olmadan bunu çok kullanıyorlar. Kitap yazmayı çocuk doğurmaya benzetmek bunun bir parçası. Ben bir konuya bu kadar hakim olduğumu zannetmiyorum. “Mahrem”in öyle bölümleri var ki, hiçbir şekilde önceden planlanmadı ve ben o bölümlere hakim filan değilim. Beni de etkiledi, benim de ruh halimi dönüştürdü. Dil bizim çok rahat bir biçimde alıp çamur gibi yoğurabildiğimiz, biçimlendirebildiğimiz bir şey değil. Dilin de bizim üzerimizde bir hakimiyeti var. Dil de bizim hayal gücümüzün gidişâtını belirliyor, hayal gücümüze şekil veriyor. Okur için de öyle. Dil okura da yön veriyor. Ne okur zannedildiği kadar pasif, ne de yazar zannedildiği kadar aktif. Özellikle “Mahrem” gibi metinlerde bu daha çok ortaya çıkıyor. Çünkü böyle metinler, her türlü okumaya ve yoruma açıktır. Bunu atlıyoruz. Bir romanın bir tek doğru okuması varmış gibi onun peşinden gidiyoruz. Ben böyle bir şeye inanmıyorum. Çok farklı okumalara açık olabilir bir metin. Siz okuduğunuzda benden farklı algılayabilirsiniz, ömrünüzün başka bir döneminde yeniden okuduğunuzda çok daha farklı algılayabilirsiniz. “Mahrem” gibi çok sesli, çok parçalı metinler bunu iyice pekiştirir. En azından benim gözümde, “Mahrem,” okurun rolünü daha da artıran, yazarın hakimiyetini bu anlamda daha da azaltan bir metin.


Polat:
Burada hiyerarşik bir iktidar ilişkisi yok mu? Netice itibariyle, yazarın belirlediği bir alana girmek zorunda okur.


E. Şafak: Ben onu belirleyemediğimi söylüyorum. Ben ona şekil veriyorum sadece, belirliyemiyorum. Ben önceden kitabın kurgusunu yapıp sonra oturup da kağıda aktarmadım. Bir hikâye kendi dilini, kendi kurgusunu da beraberinde getiriyor. “Mahrem”de şişman kadının kendini anlattığı bölümlerde kullanılan dil ile, 1800’lerin Perası’nı anlatırken kullanılan dil birbirinden çok farklıdır. Çünkü hikâye onu öyle getiriyor. Tabii ki ben buna şekil veriyorum, bu anlamda benim eserim ama bunu tamamen ben belirliyorum demek mümkün değil.


“Sinemada oyuncuyu rolünden ayırabiliyoruz. Ama edebiyatta öyle değil, yazılanla yazanı çok fazla özdeşleştirmeye çalışıyoruz.”

 

 

"ŞİİRİ SEVİYORUM"

Polat: Bir tür ilham mı yani zaman zaman metnin size egemen olmasını sağlayan?


E. Şafak: Özellikle tarihsel boyutu olan bir şeyler yazdığınız zaman, bazı şeyleri ilhama bırakmanız mümkün değil. Doğal olarak bir ön araştırma yapıyorum. 17. yüzyıl İspanyası’na anlatmak için, bu sahada bulabildiğim her şeyi okuyorum. Bu anlamda gayet bilinçli bir çaba var. Ama daha sonra, bu birikimden geriye kalan tortu ve hisle hareket ediyorsunuz. O duygularla yazmaya başladığınızda, en azından benim için böyle bu, herkes için böyle mi bilmiyorum, ne yazacağınızı kendiniz de çok iyi bilmeyebiliyorsunuz. Ben önceden bir kurgu yapıp, çerçevesini çizip tamam şimdi bunu kağıda aktarıyorum demiyorum. Yazdıkça kendi kendine gelişiyor metin. Hep böyle oldu ama “Mahrem”de özellikle böyle oldu.


Polat: Kitapta değişik bir üslûp deniyorsunuz. “Gıpgri gökyüzü, bembeyaz bulutlar, sapsarı güneş, simsiyah toz” ya da “sapır sapır dökülen köylüler, fersah fersah öteden duyulan koku, lapa lapa yağan kar, lime lime cesetler” gibi bazen bir cümlede geçen tekrarlar var. Şiirsellik adına mı böyle bir yola başvurdunuz?


E. Şafak: Şiiri seviyorum ben. Öyküyü, şiiri ve romanı su geçirmez duvarlarla birbirinden ayrılan alanlar olarak görmüyorum. Zaman zaman birbirinin içine girebilen daha hareketli, daha oynak alanlar olarak algılıyorum. Romanın hikâyeyle, yer yer şiirle kesiştiği noktalarda hareket etmek hoşuma gidiyor. Belki biraz dille oynama çabaları olarak değerlendirilebilir bu. Çünkü ben romanda dilin geri planda kalması gerektiğine inananlardan değilim.


Polat: Böyle iddiası olanlar mı var?


E. Şafak: Var. Romanda dilin ikinci planda kalması gerektiğini, aslolanın anlatılan hikâye olduğunu söyleyenler var. Öykü yazımında dili daha önemsiyorlar. Ben pek öyle görmüyorum.


Polat: Peki ama bu tekrarlar bir tür kakofoni yaratmıyor mu?


E. Şafak: Bu kendiliğinden gelişen bir şey. Açıkça konuşmak gerekirse, ben bir metnin illâ gidip de o metni yazan kişiye sorulması gerektiğine de inanmıyorum. Belki siz kitapta benim fark etmediğim pek çok şeyi fark etmişsinizdir. Ben her adımı hesaplayarak yazmıyorum ki. Bazı şeyler kendiliğinden akıyor.



“EDEBİYAT, BİRÇOK VAROLUŞ ALANINDAN SADECE BİRİ”

Polat: Bitirdikten sonra yeniden okuduğunuzda, “Allah Allah bunu da niye yazmışım” dediğiniz oluyor mu o zaman?


E. Şafak: O kadar da değil, o kadar yabancılaşmıyorum metnime ama her cümlesini niye yazdığımı da bildiğimi iddia edemem. Mutlaka bir mantık süreci var ama zaman zaman daha geri planda kalıyor ve işin duygusal yanı daha öne çıkıyor.

 

Polat: Kitap kendi seyrinde akıp giderken, kömürlükte yaşanan tecavüz bölümü irkiltiyor okuru. Sonra da, sanki her yeme-içme saplantısının aslında psikolojik bir nedene dayandığı gibi bir sonuca gidiliyor. Böyle mi düşünüyorsunuz? Bu bölümün yazılış amacı ne?

 

E. Şafak: Ben bu kitabı yazarken bir mesaj verme, büyük bir genellemede veya çözümlemede bulunma niyetiyle hareket etmedim. Ben sadece şişman bir kadının hikâyesini kovalıyorum. Böyle bir insan olabilir, böyle bir insanın başından, çocukluğunda böyle bir şey geçmiş de olabilir. Tekil bir hikâyenin izini sürüyorum ben ve o da beni buralara getiriyor. Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Kadınların yemekle olan ilişkisiyle erkeklerin yemekle olan ilişkisi arasında ciddi farklılıklar bulunuyor. Kendimde de çok gözlemledim bunu. Daha duygusal şeyler giriyor devreye. Mutlu olduğunuzda da yiyorsunuz, öfkeli olduğunuzda da yiyorsunuz. Terkedilmiş olduğunuzda da yiyorsunuz, terk ettiğinizde de yiyorsunuz. Farklı derecelerde de olsa bütün kadınlar buna âşinâdır. Çünkü küçük yaştan itibaren bedeniniz üzerinden algılanıyorsunuz. Kimliğiniz, ne kadar değerli olduğunuz, her şey vücudunuz üzerinden tanımlanıyor. Dolayısıyla, böyle bir sistemi cezalandırırken insanın kendi vücudunu cezalandırması çok anlaşılır bir şey.


Polat:
Edebiyat bir oyun mu sizin için? Sait Faik gibi, “Yazmasam çıldıracaktım” diye bir derdiniz var mı? Kitabı bitirdiğinizde, “bir oyun daha bitti” diye mi düşünüyorsunuz, yoksa, “yazdım ama yazmasam da olurdu aslında” gibisinden umutsuz şeyler mi geçiyor aklınızdan?


E. Şafak: Ben yaptığım işi yani yazmayı seviyorum. Hikâyelerin peşine düşmeyi seviyorum. Ne kendime, ne de başkalarına dair çok çok büyük lâflar etmiyorum. Ama benim hayattaki yegâne varoluş alanım bu değil. Herkes gibi benim de bir sürü başka kimliğim, başka hareket alanım var. Edebiyatın çok çok ön plana çıktığı, sadece onu düşündüğüm dönemlerim oluyor. Ama bir yazarın yılın on iki ayı, günün yirmi dört saati edebiyatla yatıp kalkması gerektiğinden emin değilim. Pek çok varoluş alanımdan sadece bir tanesi edebiyat. Elbette çok önemsediğim bir alan. Ama buna yüce mânâlar vermek de istemiyorum. Ben bunu niye yapıyorum, yapmasam olur mu diye sorgulamak da istemiyorum. Yaşamak gibi doğal bir şey benim için. Yaşamın anlamını ne zaman sorgularsınız? Yaşamdan kopmaya karar verdiğiniz zaman sorgularsınız. Yoksa güne başlarken dakika başı sorgulamazsınız. Ben de, “şimdi niye yazıyorum” diye dakika başı kendimi sorgulamıyorum. Doğal bir akış olduğunu düşünüyorum bunun.



“Ben bu kitabı (Mahrem) yazarken bir mesaj verme, büyük bir genellemede veya çözümlemede bulunma niyetiyle hareket etmedim. Ben sadece şişman bir kadının hikâyesini kovalıyorum.”


"EDEBİYAT BENİM İÇİN KİMLİĞİYLE DÜŞÜP KALKMANIN ARACI DEĞİL”

Polat: Yeni Binyıl’da yazdığınız “Anne Sütünden Edebiyat” başlıklı yazıda, “Yan yana geldiklerinde muhakkak şık duran ve şık durdukları için muhakkak yan yana gelen ikililer vardır, ‘kadın’ ve ‘yazar’ gibi” diyerek hayli “şık” bir tespit yapıyorsunuz. Edebiyat ortamına egemen olan ve en azından “seksist” diyebileceğimiz bu tutumu neye bağlıyorsunuz?


E. Şafak: Aslında başka ülkelerde de var. Özellikle, Fransa bu açıdan çok ilginç ve bereketli bir ülke. Orada feminist kampın içinde bunu şiâr edinmiş insanlar var. “Kadın yazım projesi” diye bir proje var mesela. Sadece sistem size kadın yazar demiyor, siz de kadın yazar olarak kendinizi ayrı bir yere koyuyorsunuz.


Polat: İdeolojik bir tutum olsa gerek bu...

 

E. Şafak: Evet, işte bunu alternatif bir edebiyat olarak görüyorlar. Kadın edebiyatını, mevcut ataerkil erkek edebiyatının köstebek yollarına benzetiyorlar ve onu delik deşik edeceğini düşünüyorlar. Ben pek böyle algılamıyorum. İlk baştaki soruya dönersek, “erkek yazar erkeklerin sorunlarını anlatır, kadınların duyarlığını en iyi kadın yazarlar anlatır” türünden görüşlere de inanmıyorum ben. Bütün bu konuşmalarda, tekilleştirilmiş, homojenleşmiş kadın ve erkek kimliği var. Ama ben çevreme baktığım zaman tek bir kadın veya tek bir erkek modelinden ziyade, farklı farklı kadın ve erkek modelleri görüyorum. Bunlar da sık sık kesişir. Dolayısıyla, elbette erkek yazar da kadını anlatır, homoseksüel bir yazar da heteroseksüelleri anlatır. Edebiyat benim için olduğu şeyi anlatmanın, kimliğiyle düşüp kalkmanın aracı değil.


Polat: Aynı yazıda, “Edebiyat, kendi yaşam alanımıza ve verili kimliğimize gömülüp kalmamızdan ziyade doyumsuz bir göçebelik ruhuyla sınırlarımızın ötesine yolculuklar yapabilmemizi sağlar” diyorsunuz. “Mahrem”de sözünü ettiğiniz “sınırların ötesine yolculuk” imkânını nasıl değerlendirdiniz?


E. Şafak:
Sahip olduğum kimliğin dışında bir insanın hikâyesinin peşine düşmem, bunun somut bir göstergesi zaten. Şişman bir kadının veya bir cücenin veya anlatılan diğer “seyirlik mahlûk”ların hikâyesi bu. Sadece kendi verili kimliğime gömülü kalırsam, o insanların hikâyelerini anlatamazdım gibi geliyor bana. “Mahrem”de bu göçebelik, zamanda ve mekânda bir takım kaymaları beraberinde getiriyor. Zamanda ve mekânda yolculuk yapmak hoşuma gidiyor benim.

 

 

”(...)’erkek yazar erkeklerin sorunlarını anlatır, kadınların duyarlığını en iyi kadın yazarlar anlatır’ türünden görüşlere de inanmıyorum ben.”

 

“KADIN YAZAR YAFTASIYLA BARIŞIK DEĞİLİM”

Polat: Müge İplikçi sizin yazınızı eleştirirken, bir anlamda “kadın yazar olmaktan rahatsızlık duyduğunuzu” söyledi...


E. Şafak: Ben Müge’nin yazısından herhangi bir rahatsızlık duymadım. Karşı çıkarken güzel bir dil kullandığını düşünüyorum. O yazıda beni rahatsız eden bir şey yok. Ama fikirlerimiz farklı. Evet ben “kadın yazar” yaftasıyla hiç barışık değilim. Buna itiraz ettiğiniz zaman o kadar garip kaçıyor ki, ya yazarlığı ya da kadınlığını sahiplenmediğiniz gibi bir anlam çıkıyor. Kadınları bir araya getirip aynı soruları soruyorlar. Kalkıp da “alternatif bir kadın edebiyatı olur mu” gibisinden ciddi bir tartışma konusu yok. Oturup ciddi ciddi bunu tartışsak, ben de bu konuların içine girebilirim. Ama şimdi o kadar yüzeysel, o kadar kaba, konu sıkıntısı çekildiği için gündeme getirildiği o kadar belli ki. Dikkat ederseniz hiçbir şey tartışılmıyor. Hep aynı sorular ve hep aynı yanıtlar. Tabii ki benim kadın olmam dünyaya bakışım kadar, dünyanın da bana bakışını çok etkiliyor. Bunun yazdıklarıma yansımaması mümkün değil. Ama ben bundan ibaret değilim..


Polat: O zaman klasik bir soru soralım bari. Yazarlık serüveninizde etkisi olan yerli ve yabancı isimler kimler?


E. Şafak: Ben küçük yaştan beri çok okuyorum. Hızlı okuyorum, Hızlı unutuyorum. Birçok kitaptan geriye bende sadece bir his kalıyor. Yazarlardan çok da kitapları okuyorum. Bir yazarı sevip de sadık bir şekilde onun külliyatının peşinden koşmaktan ziyade, kitaplar daha ön plandadır bende. Yazar isminden ziyade, kitap ismi sayarım herhalde. Bir dönem Bati edebiyatı okumuşumdur. Yerli edebiyatla başka bir dönem sağlam bir ilişkim olmuştur. Bir de şu var: Ailemin mesleğinden ötürü benim yurtdışına gidip gelme süreçlerim oldu. Ve ben Türkiye’ye döndüğüm zaman Türkçe’yi pek iyi konuşamıyordum. Unutmuş değildim ama inceliklerini yitirmiştim. Oturup tekrar Türkçe çalıştım. Türkçe çalışırken, kendi yaşıtlarımdan daha farklı bir ilişki kurdum dille.

 


“Romanın öldüğü yolundaki sava hiç katılmıyorum ama roman tek bir yol, tek bir seyir izlemiyor. Özellikle son dönemde postmodernizm tartışmalarıyla birlikte roman da yeniden şekil almaya başladı.”

 

 

“POSTMODERNİZM BU ÜLKEDE KÜFÜR GİBİ KULLANILIYOR”

Polat: Kitaplar benim üzerimde daha etkili olmuştur dediniz. Mehmet Eroğlu ise kendisiyle yapılan bir söyleşide tam tersini savunuyor ve gençleri “yazar okumaya” davet ediyor...


E. Şafak: Çok haklı olabilir ama tek bir yolu olmak zorunda değil. Herkesin edebiyatla kurduğu ilişki farklı olabilir. Ne kadar çoğul bir ilişki kurup, ne kadar esnek bırakırsak o kadar sağlıklı ve iyi olacağını düşünüyorum ben.


Polat:
Birkaç yıl önce İngiltere’de romanın ölüp ölmediğine dair yaygın bir tartışma yaşandı. Salman Rüşdi ise yeni romanın Türkiye ve İran başta olmak üzere Ortadoğu ülkeleriyle Hindistan’da yazıldığından söz etti. Siz ne düşünüyorsunuz...

 


E. Şafak: Romanın öldüğü yolundaki sava hiç katılmıyorum ama roman tek bir yol, tek bir seyir izlemiyor. Özellikle son dönemde postmodernizm tartışmalarıyla birlikte roman da yeniden şekil almaya başladı. Sadece roman değil, bütün bir dünya görüşü, insanların gerçeklikle kurduğu ilişki sorgulanmaya başlandı. Roman tek başına sorgulanmış da, başka her şey sabit kalmış değil yani. Postmoderniteyle birlikte hakikat duygusu parçalandı. Ama postmodernizm bu ülkede bir küfür gibi kullanılıyor. Bu postmodernizme yöneltilen haklı eleştirilere katılmadığım anlamına gelmiyor elbette.


Polat: Türkiye’de postmodernizmin küfür olarak algılanmasının sebebi, bilhassa edebiyat alanında, “ne yazarsam olur” gibisinden bir tavra yol açması değil mi?


E. Şafak:
Böyle algılanması çok sakat. Ama postmodernizmin bir kanadı da buna çok açık, “ne olsa gider” dedirtiyor. Ancak, büyük büyük kahramanların değil de, parçalanmış olanın, kıyıda köşede kalmış olanın hikâyesini takip etmek, romana inanılmaz bir malzeme, inanılmaz bir zenginlik sağlayabilir. Salman Rüşdi’nin sözlerine de tamamen katılıyorum. Batı’nın o homojen, tekil gerçekliğinin kırılmasıyla birlikte, öteki kültürlere yönelik bir açılım geldi gündeme. Bunları olumlu gelişmeler olarak görüyorum. Ne var ki, Türkiye’de edebiyat kuramlarıyla ilgilenen insan sayısının bu kadar az olması, bana çok üzücü geliyor. “Pinhan”ı yazdığım zaman şöyle düşünüyordum ben: Ben bir romanı yazarım ve o kendi yoluna devam eder. Yazarın ortaya çıkmasına gerek yoktur. Hele yazarın kendi metni hakkında konuşmasına hiç gerek yoktur. Ama bakıyorsunuz ki, bu mekanizma içinde işler öyle yürümüyor. Kitabınızın hak ettiği yere gelmesi için epeyce bir zaman geçmesi gerekiyor. Bence edebi metinler yeterince ve derinlemesine incelenmiyor ve tartışılmıyor. Ama son tahlilde ben romanın ve özellikle Türk romanının gidişâtından hiç endişeli değilim.


Polat: Bütün bu konuşmalardan kendisiyle son derece barışık bir Elif Şafak görüntüsü çıkıyor ortaya...


E. Şafak: Kendimle ne kadar barışığım bilmiyorum. Kendimi çoğul olarak gördüğüm için böyle bir izlenim veriyorum belki de...

-ntvmsnbc

 

 

İzlenme : 13641
Geri Dönmek İçin Tıklayın
www.elifsafak.com.tr      :                                                         © 2006 - 2024 www.elifsafak.us