. : Duyurular :  Elif Şafak resmi web sitesi: http://www.elifsafak.com.tr / Elif Şafak’ın twitter adresi: http://twitter.com/Elif_Safak / Facebook: http://www.facebook.com/Elif.Shafak
    Elif Şafak´la yeni kitabı ´Şemspare´yi konuştuk. Şafak, yeni bir romana başlamanın sancıları içinde sorularımızı yanıtladı. ´Bence bir Türk yazarın hiç ama hiç politikayla ilgilenmemek...Devamı >>

  Elif Şafak´ın mart başında çıkan yeni romanı "Aşk" kısa sürede en çok okunanlar arasındaki yerini aldı. Şafak önceki romanlarında olduğu gibi yine toplumsal kuralların, geleneklerin, gö...Devamı >>


Röportajlar
“Hayata kenarlardan bakıyorum”

Erkek yazınının egemen olduğuna inandığı bir dünyada, ötekilerin ve marjinallerin öyküsünü anlatan bir yazar. Kadın, modernizm, otorite ve tam anlamıyla ıstırabın kalbinde gezinen insanlar var yazısının tam ortasında. ‘Pinhan’, ‘Şehrin Aynaları’ ve son olarak ‘Mahrem’ adlı yapıtıyla okuyucuyu selamlayan Elif Şafak, göstergebilimin şanlı yüzyılında görsel bir romana imzasını atıyor. ‘Mahrem’ alanın gözler önüne serildiği post-modern zamanlara bir masalcı gibi giren Elif Şafak; hem akademik hayatı, hem romancı kişiliğini, hem de sorgulayıcı ses tonunu bir arada tutmaya çalışıyor.

 

 

Belki de en son sorulması gereken, ‘yeni bir çalışmanız var mı?’ sorusuyla başlayalım.

 

Yok, aslında şunu söylemem lazım; ben yazmaya başlarken kafamda şekillenmiş bir kurguyu kağıda dökmüyorum. Daha çok yazmaya başladığım zaman, bu süreçle birlikte gelişiyor hikaye. Genellikle önceden bir şeyler tasarlamıyorum. Sadece hikayenin tarihle ilgili bölümleri için ön araştırmalar yapıyorum. Aklımda bir konu varsa yani, onunla ilgili araştırmalar yapıyorum. Açıkçası, yazarlığın on iki ay - yirmi dört saat edebiyatla ve edebi sorunlarla ilgilenmek olduğunu düşünmüyorum. Her an, ‘şimdi ne yazayım’ düşünce ve kaygısı taşımıyorum. Ama bunun çok ön plana çıktığı dönemlerim var.

 

Yani yeni bir çalışma yok.

 

Evet, şu an için yok.

 

Dört kitap yazmış genç bir yazar olarak edebiyatın hayatında merkezi bir öneme sahip olduğu söylenemez mi?

 

Gayet tabii, ama hayatımın tek uğraşısı yazı değil.

 

‘Mahrem’ Osmanlı ve Türk modernleşmesini nesne edinen bir roman. Ama modernleşmenin salt ‘görmeye ve görülmeye dair’ yönünü. Bu modernleşmeye ilişkin umutsuz bir belirleme mi?

 

Hayır. Ben sadece şunu hissettirmek istedim; Modernleşmeyle birlikte görselliğin yeniden tanımlandığını, kurulduğunu düşünüyorum. Yani seyirlik bir dünyanın inşa edildiğini. Benzer temalara Fransız, Rus hatta Japon modernizasyonunda da rastlamak mümkün. Farklı bir model olsa da Fransız modernizasyonunda ilk dikkati çeken şey kent mimarisidir. Büyük mağazalar, bulvarlar, pasajlar, cafeler… Paris’teki dar sokaklar yıkılıp yerine geniş bulvarlar inşa edilmiş ve her şey ışıklarla donatılmıştır. Bu geniş caddeler ve dev pasajlarda -adeta kent içinde kent görünümündedirler- kadınlar seyirlik bir nesne gibi gezinip dururlar. Benjamin’in ‘flâneur’ dediği tip bu dünyanın insanıdır. Yani ancak görerek ve görülerek varolabilir. Kaldı ki Fransız modernleşmesi daha yumuşak bir geçiştir, Rus ve Osmanlı modernizasyonuna oranla. Yazık ki bu ikisinin mukayesesi pek yapılmadı bizde. Modernleşme bizde kesintilerle dolu olduğu için görsellik daha fazla önem kazanmıştır. Modernleşmeyle ortaya çıkan objeler içersinde -kullandığımız eşyalar, bulvarlar, pasajlar, cafeler vs.- yani tüm bu görsel dünya içersinde en merkezi noktada kadının durduğunu düşünüyorum.

 

Bu objeleştirme, görselleştirme kapitalist modernleşmenin dolaysız bir sonucu mu sizce?

 

Modernleşmenin özünde böyle bir görselleştirme var denebilir. Kuşkusuz görsellik daha önce de vardı. Ama yeniden tanımlandı ve kurgulandı. Belki daha somut ve bireyin yaşamına daha fazla nüfuz eden bir gözden bahsedilebilir. (Toplumsal-bireysel bir gözden bahsediyorum.) Yani modernleşme öncesinin tek-tekil somut erkinden değil, yaşamın her alanında yer alan çoğul-toplumsal bir gözden. Özellikle bizde modernleşme tartışmasının odak noktasında kadın yer almıştır. Batılılaşma yandaşlarının ve karşıtlarının çoğunlukla kadının giyimi, etek boyu, giysi renkleri ve kadın bedeninin görselliği üzerine tartıştıkları görülür. Bu yüzden modernitenin seyirlik dünyasında kadın bedeninin özel bir yeri olduğunu düşünüyorum.

 

Sizin kahramanlarınız (anti-kahraman ya da yersiz yurtsuz) genellikle çoğunluğu rahatsız eden, aykırı, marjinal kişiler. ‘Pinhan’da Ünsa, ‘Şehrin Aynaları’nda Miguel, ‘Mahrem’de Şişko ve Be-Ce, bu kişiliklerin sizi çeken tarafı nedir?

 

Açık söylemek gerekirse baştan böyle karakterler yaratayım diye uğraşmıyorum, yani bilinçli bir süreç değil bu. Sanırım benim hayatla kurduğum ilişkiyle ilgili bu durum. Yani insan, doğal olarak tanıdığı bildiği ve içinde yaşadığı insanları ve onların psikolojilerini daha iyi anlatır. Ayrıca, ben kendimi merkezde yer almayan, kenara itilmiş, moda tabirle ötekileştirilmiş insanlara hep daha yakın hissetmişimdir. ‘Pinhan’da kenara itilmiş bir insan, Ünsa yer alır. ‘Şehrin Aynaları’ndaysa azınlıklar… ‘Şehrin Aynaları’nda çifte bir ötekileştirme görürsünüz. Osmanlı İmparatorluğu’na sığındığı ve Yahudiliğine kavuştuğu anda bile ötekiliğinden kurtulamayan, yani dinsel ötekiliğinden kurtulduğu anda bile ötekileşen biri; Miguel vardır. ‘Mahrem’de de benzer bir durum söz konusudur.

 

‘Mahrem’de herkes seyirci mi?

 

Evet, herkes seyirci. Özellikle vurgulamaya çalıştığım önemli bir nokta bu. Şişko’nun -şişko bir sıfatken sonradan ismi haline gelmiştir- en büyük çelişkisi, görülmek istememesi, bakışlardan rahatsız olması ama görülmekten asla kurtulamamasıdır. Tüm kitap -anlatı- boyunca bundan şikayet eden Şişko dahi, seyirlik bir malzeme bulduğunda derhal seyirci olur. Yani ne kadar eleştirirsek eleştirelim bu yanlışın dışında değiliz. Bir sistem var hepimizi yoğuran, biçimlendiren, bunu görmenin önemli olduğunu düşünüyorum. Hiçbirimiz dışardan bir yerlerden konuşmuyoruz, biz de bunun üreticileriyiz, üretiyoruz.

 

Althusser’in D.İ.A. (Devletin İdeolojik Aygıtları) kuramı ve Foucalt’nun mikroiktidar teknolojileriyle örtüşen bu durum kapitalist modernleşmenin getirdiği bir durum mudur yoksa insan varoluşuyla ilişkilendirilebilir mi?

 

İnsan varoluşundan kasıt, doğuştan getirilen biyolojik bir kodsa, değil. Sonradan edindiğimiz kültürel bir kod bu. Yalnızca moderniteyle ilişkilendirmek de doğru değil bence.

 

Farklı bileşenleri olan ve farklı okumalara açık bir dünya görüşü modernlik. Ya bunun içindesin, parçasısın ya da tümden dışındasın türünden bir şey söylenemez. Mesela, ataerkillikle kurduğumuz ilişkiye baktığımda, “bu ataerkil konular beni ilgilendirmez” diyecek bir kadın yazar var olamaz diye düşünüyorum. Ama bilinçlendikçe kimilerimiz kimilerinden daha fazla bu durumun üreticisi haline geliyor. Bu bir derece farkıysa eğer ben bu derece farkını önemsiyorum. Kimsede bu fark yüzde yüz ya da yüzde sıfır değil. ‘Onlar’ ve ‘biz’ ayrımını en çok da entelektüeller yapıyorlar. Bunun sağlıklı bir şey olmadığını düşünüyorum. Çünkü en basit haliyle bizde, postmodernizm tabiri küçümsenerek kullanılıyor. Oysa postmodern statünün çok hoş yanları var kuşkusuz. Örneğin yeniden tanımlanan bir güç kavramı var. Artık güç, sadece somut bir kesimin başka bir somut kesime tahakkümü olmaktan çıktı. Gücün çoğul olduğu, pek çok yerde üretildiği vurgulanıyor. (Bu durum Foucault’nun tüm çalışmalarında izini sürdüğü söylem, iktidar, cinsellik, delilik ve hapishane gibi mikro-makro iktidar teknolojileri bağlamında daha iyi anlaşılacaktır.) Öyle ki patronu tarafından ezilen işçi, karısını ezmekte ve kocası tarafından ezilen dövülen kadın da çocuğunu ezmektedir. Yani herkes bu güç ilişkilerinin içindedir, hiç kimse salt kurban olmadığı gibi salt cellat da değildir.

 

Yeniden ‘Mahrem’ dönelim. Nazar Sözlüğü’nün eksik maddeleri var mı? Mesela “zahir”, karşıtı “batın”, “basiret” gibi?

 

Aslında Nazar Sözlüğü daha büyük bir çalışmanın ürünü olabilirdi. Birçok maddeyi çıkarmak zorunda kaldım, çünkü sözlüğün metni zorladığını fark ettim. Nazar Sözlüğü, ‘Mahrem’in en çok emek harcadığım, uğraştığım kısmıdır. Bir madde çıkarıldığında ya da eklendiğinde anlatının tüm dengesi bozulmaktadır. Beni en fazla zorlayan şey de bu dengeyi koruyabilmekti.

 

“Sanat yapıtı, total olarak gerçekliğe karşı olan bir şeydir.” Adorno’nun bu belirlemesini referans alarak ‘Mahrem’in satır aralarında yer alan gerilimli bir şeyden, bir kurum olarak ailenin eleştirisinden bahsetmek istiyorum. Be-Ce ve Şişko’nun bir ailenin fertlerini görselliğin, seyirlik olanın yalancı çehresiyle yüzleştirdiği bölümde anlatıcı olarak Elif Şafak’ın bu kuruma yaklaşımı mı ortaya çıkıyor, ne dersin?

 

Aile kurumunu da sorgulamak gerektiğini düşünüyorum. Toplumsal hayatımızda yazık ki pek çok şeyi görüntülerin üzerine bina ediyoruz. Daha onurlu bir evlilik kurabilmek için üstelik!

 

‘Mahrem’, modernleşmeyi saf bir süreç olarak değil, geleneksel olanla çatışması içinde işliyor. Geleneksel-modern karşıtlığına sen nasıl bakıyorsun?

 

Bizde gelenek kötü çağrışımları olan bir kelime ve kavramdır. Çünkü geçmişe yöneliktir. Solun eleştirisi, sağın da sahiplenişi açısından sorunlu bir kavramdır gelenek. Benjamin bu konuda benim için çarpıcı bir örnek olmuştur. Frankfurt Okulu filozoflarındandır Benjamin ve bir Yahudidir. Dinle ilişkisi yoktur Benjamin’in ama kullandığı dil Yahudi-mistik geleneğine aittir ve Yahudi Mesihçiliğinden çokça etkilenmiştir. Aynı zamanda bu geleneği Almanca’nın içine yerleştirmiştir, onu dönüştürerek. Benim için gelenek böyle bir şey, ben burdan geliyorum ama bununla yetinmiyorum diyebilmek. Çünkü gelenek de dinamik bir şeydir, yani dönüştürülebilir. Toplumumuzun en büyük handikaplarından biri de budur bence. Eğer inatla reddederek, kesintilerle ilerlerseniz ya da inatla sahiplenerek ilerlemeye çalışırsanız hiçbir yere varamazsınız, doğallık ve sürekliliğin var olmadığı bir yerden başka.

 

Geleneksel olan hâlâ yaşıyor mu?

 

Bence yaşıyor, biçim değiştirerek de olsa yaşıyor. Ne Doğu’da ne de Batı’da yer alan, bir anlamda her ikisini içinde barındıran İstanbul gibi kozmopolit kentlerde. Bu durum bize inanılmaz bir potansiyel kazandırabilir. Maalesef bunu yeterince değerlendirdiğimizi zannetmiyorum. Modernliğe böyle bir mekandan bakınca, seyirlik olana yani zâhire sürekli bir biçimde sızmaya, nüfuz etmeye çalışan -adına ister gelenek ister bâtın deyin- bir şeylerin varlığını daha iyi görürsünüz. Sonuç olarak İstanbul’u belki bu kadar vazgeçilmez yapan şeylerden biri de kozmopolit olması, bütün o kuş türlerinin bir arada varolabilmesi… Bunun önemli olduğunu düşünüyorum.

 

Öykü kahramanı Be-Ce, zamanın çizgisel yorumuna ısrarla karşı duruyor, “sarhoş olsa zaman, yalpalasa” diyor. Anlatının kurgusuyla da paralellik arz eden bir şey bu. Dil de her karakter için farklılaşmakta; Kerâmet Mûmî konuşurken daha fazla Osmanlıca, Şişko ve Be-Ce konuşurken gündelik bir dil kullanılmakta?...

 

Be-Ce uyumsuz bir karakter ve bu yadsıma onun karakterine uygun bir tavır. ‘Mahrem’i yazmaya başlarken şöyle bir düşünce gelmişti aklıma; sokakta gördüğümüz insanlar üç aşağı beş yukarı bize benzeyen kişiler. Oysa bu kentte cüceler var, çok şişman insanlar var… Neredeler? Sanki evlerinden dışarı çıkamıyorlar gibi bir izlenime kapıldım. Şişko da, Be-Ce de bu seyirlik insanlardan ve kendilerini başta böyle tanımlıyorlar. Ve bu seyirlik dünyanın üzerlerinde kurduğu baskıya farklı tepkiler veriyorlar. Erkeğin (Be-Ce) tepkisi daha hırçın, “inadına” diyen bir tepki. Görüldüğünde bile ayağa kalkıp şov yapabilen bir konumda. Kadının (Şişko) tavrıysa daha pasif; eve kapanma, görünmez olma ve mahremiyete sığınma… Bu karşıtlık belki cinsiyet farkıyla ilgili; hırçın ve sinik… Be-Ce’nin zaman tanımı karakteriyle örtüşen bir görünüm arz ediyor.

 

Şişko’nun tavrı; kadının kendisini ifade ederken hep bir dolayıma başvurmasıyla Lacan’ın tabiriyle “babanın yasasına boyun eğmek” zorunda kalmasıyla ilişkili olabilir mi?

 

Belki salt bu durum için doğru olabilir. Çünkü kadın çoğunlukla kendisini hep bir başkasının gözünde değerlendirme eğilimindedir. Kendisinden daha şişman bir kadının varlığını hep mutluluk kaynağı olarak görür ve değerlendirir. Ama bunun bir patolojiye dönüştüğü pek çok klinik vaka var. Kadın 30-40 kiloya düşmüş olmasına karşın hâlâ kendisini şişman görebiliyor. Psikanalizin evrensel genel geçerlere ulaşma ve tüm bir yaşamı açıklama iddialarından hoşlanmıyorum. Çünkü bu uğurda göz ardı edilen çok değerli ve önemli şeylerin olduğunu düşünüyorum.

 

Adorno’nun dile getirdiği anlamda ‘farklılığın’ ve ‘özel alanın’ bizim için değilse bile modern toplumlar için artık bir tuzağa dönüştüğünü söylemek mümkün. İçerikten yoksun biçimler, bağlamından soyutlanmış hayaletvari kelimelerden farksız gibi bu kavramlar. Türkiye için de aynı şeyler söylenebilir mi?

 

Hayır. Farklılığın bir tuzağa, imaja dönüştüğünü söyleyebiliriz ama Türkiye’de buna bile ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Kuşkusuz vahim bir durum bu ama bizim, kendi gelişmemizi sağlayacak seslere bile tahammülümüz yok. Çok fazla camia var Türkiye’de. Ömer Seyfettin’in bir öyküsünde Türk babanın çocuğuna nasihatini anlatan bir bölüm vardır; serçelerin serçelerle birlikte yaşadığını söyler baba ve ardından milliyetçi bir söylev verir oğluna: Türksen, Türklerle düşüp kalkacaksın. Edebiyat benim için bunun tam tersi bir şeydir. Başka kuş türlerinin nerede nasıl yaşadığını, ne yiyip ne içtiğini görmek; bir bakıma maruz kaldığın şeylerin dışına çıkarak başka yaşamları tanıyabilmektir.

 

‘Şehrin Aynaları’ ‘Mahrem’e oranla klasik tahkiye tarzına daha yakın bir roman. ‘Mahrem’in çok-merkezli ve çok-dilli yapısı, klasik yazar/anlatıcı/okuyucu hiyerarşisini parçalayan bir önerme de içeriyor. Bu anlatı tarzı ve yazar/okuyucu hiyerarşisiyle ilgili olarak ne düşünüyorsun?

 

Bizim roman tanımımız yazık ki son derece basittir. Bakhtin’in edebi metinleri okurken kullanmak üzere yaptığı ikili bir ayrım vardır. Tek sesli ve çok sesli metinler. Benzer bir ayrımı Darko Suvin de yapmıştır; ana akıma bağlı metinler ve yadırgatıcı metinler. Her iki ayrımın ikinci bileşeni okuyucuyu aktifleştiren, burada ve şimdiye alternatif olarak üretilmiş çok okumalı metinlerdir.

 

Buradan bakıldığında ‘Mahrem’i de yadırgatıcı, çok sesli muhalif akıma dahil etmek mümkün?

 

Evet, ‘Mahrem’ çok sesli bir metin. O kelimeyi temkinli kullanmak istiyorum, ama şizofrenik bir metin olduğunu düşünüyorum ‘Mahrem’in. Gerçeklikle kurduğu ilişki çok parçalı ki okurun etki alanını arttıran bir durum bu. Her metin belli oranlarda farklı okumalara açık olabilir. Ama burada ahkam kesen ya da bir şeyler öğretmeye çalışan yazar tavrı yok. Çok koldan gelişen, kapalı bir metin karşımızdaki. Bu yüzden okurun hareket alanı daha fazla. Nazar Sözlüğü’nün bir maddesinden girerek çok farklı bir yerden çıkabilirsiniz. Kerâmet Mûmî’yi ya da Şişko’nun hikayesini kendi başına okuyabilirsiniz. Bu yönüyle ‘Mahrem’in okuyucunun konumunu yukarıya, yazarınkiniyse aşağıya çeken bir metin olduğunu düşünüyorum. Yazarın anlattığı/dayattığı metinlerden çok yazar ve okuyucunun birlikte yarattığı metinlerden hoşlanıyorum. Yazarlarla yapılan söyleşilere baktığımızda -bana çok ilginç geliyor- onların da bu tavrı içselleştirmiş olduğunu görürsünüz. Özellikle kadın yazarlarda daha fazla göze çarpıyor bu durum. Eser vermeyi derhal bir doğuma, doğum sancısına benzetiyorlar. Böylece yazarı üste okuyucuyu alta yerleştirerek bir hiyerarşi oluşturuyorlar. Aynı tavrı eleştirmenlerde de görmek mümkün. Sanki her metnin tek bir gerçeği varmış da, bunu ancak onlar kavrayabilirmiş gibi ya da metnin gerçeğini yalnızca onlar kavrayabilirlermişçesine konuşuyorlar. Tüm bu olumsuzluklar, doğal olarak, okuyucuyu pasifleştirip metinde tek ve mutlak bir doğru bulma yanılsamasına sürüklüyor.

 

E Dergisi’nde yayınlanan bir yazınızda ‘kadın yazını’ üzerinde durdunuz. Sizce bu mümkün mü?

 

Zaman zaman ben de dahil bazı yazarları kadın yazarlar başlığı altında buket buket toplarlar. Bu gruba dahil olmanın tek nedeni kadın-yazar olmanızdır, bu yafta hiç hoşuma gitmiyor. Tema çok klasiktir; erkek yazarlar kadını ve kadının duyarlılığını anlayamazlar, onun iç dünyasını yansıtamazlar vs. Ben edebiyatı böyle indirgeyerek algılamam. Konu fazlaca tartışıldı. Benim yazılarımda karşı çıktığım şey “dişil yazın projesi”ydi. Kaldı ki kendimi bu tartışmaya yakın hissetmiyorum. Erkek yazınına alternatif teşkil edecek bir kadın yazını mümkün mü? Bunlar tartışılabilir ancak ben bu kategorilerle yaklaşmıyorum edebiyata.

 

Yazdığın şeyler bir bakıma olduğun şeyler mi?

 

Hayır, ‘Pinhan’da da, ‘Şehrin Aynaları’nda da, ‘Mahrem’de de olmadığım şeyleri kişileri anlattım. Ünsa, Miguel (Musevi), Şişko hepsi de benim olmadığım şeyler ve kişiler. Ama olmadığım şeye yakın olduğumu düşünüyorum. Aslında onlarla o kadar ayrık değiliz.

 

Her üçü de yersiz yurtsuzlaştırılmış (Deleuze) kimseler, yani öteki yabancı… Acaba hayatınız bu psikolojiyle çok fazla mı yoğruldu?

 

Evet, tabii… Bunu saptamak çok zor, ama kendimi gözlemlediğim zamanlarda hayata daha kenarlardan baktığımı görüyorum.

 

 

 

Zeki Bulduk-Ahmet Öz, E Dergisi, Kasım 2000

 

İzlenme : 5879
Geri Dönmek İçin Tıklayın
www.elifsafak.com.tr      :                                                         © 2006 - 2024 www.elifsafak.us