Elif şafak son romanı İskender´i anlattı...
Elif Şafak’la daha önceki röportajlarımızın birinde yazarlığın bazı açılardan oyunculuğa benzediğini konuşmuştuk. Şimdi “İskender’in kapağında karakterlerinden biri olarak çıkıyor karşımıza, bu kez gerçekten oyunculuk yapıyor yani. Hem de bir erkek, dahası bir katil rolünde...
Şafak’a yeni romanına dair sorduğum ilk soru şu oldu: İskender karakterini sizin için çekici yapan şey neydi? 1.5 yıl boyunca her gün yazı masasının başına sizi hangi özelliğiyle davet etti? “İskender’i anlamadan bu ülkede niçin kadınlar en yakınları tarafından incitiliyor hatta öldürülüyor sorusunu anlamak mümkün değil” diye yanıtladı.
“Bu konu üzerine kafa yorarken, hep kadınlara odaklanıyoruz biz, halbuki erkeklere, erkekliğin inşasına bakmamız lazım. Yazarken kendimi bu yüzden İskender’in yerine koydum, okurlarımın da onu çözebilmesini istedim. İlk bakışta çok sorunlu bir karakter. Şiddete eğilimli, bıçkın, serseri... Fakat göreceksiniz; tasavvufun etkisiyle değişecek. Hırçın, sert bir delikanlının yüreğinin yumuşamasının hikâyesi bu roman.”
GÜLENAY BÖREKÇİ / HT PAZAR
- Daha önce de erkek karakterleri yazmıştınız, fakat bu kez bir kapak çekimi süresince bile olsa o olmayı fiilen denediniz. Çekim sırasında İskender’e biraz daha yakınlaştınız mı, onun kıyafetlerini giymek, onun gibi durmak, onun gibi bakmak, onu yazmaktan farklı mıydı?
- “İskender olmak nasıl bir şey?” diye düşündüm 1.5 sene boyunca her gün. Romandaki her olayı “İskender olsaydı buna ne tepki verirdi?” diye merak ederek yazdım. Geleneksel aile ortamında büyüyen, annesini, kız kardeşini hem çok seven hem de onları denetlemesi gerektiğine inanan bir genç adam o. Çok çabuk büyümesi gerekmiş. Çocukluğunu yaşayamadan, ailesinin reisi olmuş. Şuna inanıyorum: Keşke her erkek bir günlüğüne de olsa kadınların yerine koyabilse kendini. Ve keşke biz kadınlar bir günlüğüne bile İskender olmanın ne anlama geldiğini gerçekten kavrayabilsek. O zaman hayatımızda çok daha az husumet ve gerginlik olurdu.
İSKENDER’İ OĞLUM SAYESİNDE CANLI KILABİLDİM
- Bir erkek karakteri yazarken, kadın yazarın zihninde neler olup biter?
- Kadın romancı için erkek karakterin önde olduğu bir roman yazmak zor hakikaten. Hem hayal gücü istiyor hem de gerçekçilik gerektiriyor. Benim romanlarımda şimdiye dek hep çok canlı, renkli, dinamik ve kudretli kadın karakterler oldu. “İskender”de ise erkekler de aynı ölçüde ilginç... Şu da var tabii: Oğlum Emir Zahir’i yetiştirirken daha derinden düşünme gereği duydum ve biz annelerin oğullarımızı yetiştirirken ne gibi hatalar yaptığımızı bulmaya çalıştım. Belki o yüzden bir erkek karakteri ilk kez bu kadar canlı kılabildim.
- Bir katilin zihnine girmek nasıl bir deneyimdi? İnsan katleden biri sevilebilir mi? Mesela siz İskender’i severek mi yazdınız, yoksa ona hiddetlendiniz mi?
- Romanın içinde beklenmedik sürprizler var; hiçbir şey ilk bakışta göründüğü gibi değil. Zaten İskender de katil ruhlu bir adam değil. Büyük hatalar yapmış ve bunların bedelini ağır ödemiş. Bir yanıyla kaba, sert, serseri tabiatlı, bıçkın bir erkek, bir yanıyla da baskı altında kalmış, gayet kırılgan ve yalnız bir oğlan çocuğu... Onu iki yanıyla görebilmek önemliydi. Ben de zaten bu romanı hiç kimseyi yargılamadan, insanı ve insanlığı anlamaya çalışarak yazdım.
- Adını erkek karakterden alsa da “İskender” aslında kadınların hikâyesini derinleştiren, daha çok onların ruhuna, çelişkilerine, acılarına bakan bir roman. Karakterleri arasında en büyük arzularını bile yerine getirememiş kadınlar, tesadüflerin akışına kapılıp gidenler, en kararlı oldukları zamanlarda bile tereddütte olanlar, birbirlerini sevenler, birbirlerinin kuyusunu kazanlar, aşka inananlar, inanmayanlar var...
- Bu romanda çok önemli kadın karakterler var gerçekten. İskender’in annesi, teyzesi, kız kardeşi... Aslında roman annesiyle abisinin hikâyesini anlatan Esma’nın sesiyle başlıyor. Zeki, duyarlı ama aynı zamanda kızgın ve kırgın bir kız Esma, kuvvetli bir gözlemci... Cinsiyetinden ötürü aile içinde hep kardeşlerinden farklı muamele görmüş. Kabına sığmıyor, geleneksel kalıpları sorguluyor. Annesini hem çok seviyor hem de kıyasıya eleştiriyor. Annesi gibi olmamaya and içmiş belli ki. Bütün karakterleri beraber düşünmek gerek, hikâyelerin hepsi iç içe...
- İskender’in bir kardeşi daha var, âlemi anlamaya çalışan, yüreği aşkla dolu Yunus. Üçü arasında siz kendinizi hangisine yakın hissettiniz?
- Önyargısız, derviş ruhlu bir çocuk Yunus; dünyaya merakla, şefkatle, sevgiyle, muhabbetle bakıyor. Benim için elbette çok özel. Ama bu üç kardeşe duyduğum yakınlığı karşılaştıramam, orada başka bir şey önemliydi benim için... Aynı evde yetişmelerine, aynı anne tarafından büyütülmelerine rağmen birbirlerinden çok farklılar, bunun nasıl olabildiğini bulmaya çalıştım yazarken...
- Bir ailenin 50 yılını anlatıyorsunuz. Toplumun bütün açmazları, sorunları, yaraları da tam da ailede başlamıyor mu? Sizin romanınızdaki aile hangi açılardan bu ülkenin büyük ve çözümsüz görünen sorunlarını yaşıyor? Aile içinde neyi çözersek, günün birinde bizim için mutlu bir toplumda yaşama ihtimali belirecek?
- Herkesin bir hikâyesi var tek tek bakınca. Ve bu hikâyeler hep ama hep aile kurumunda başlıyor. Bence işin sırrı orada. Bir ailenin seyrüseferi bu roman. Hem sıra dışı hem son derece yakın ve tanıdık... Birbirini yanlış anlayan, kısıtlayan, çok sevse de hep inciten bu insanlar bize uzak değil. Çünkü en derin yaralar ailede açılır; kabuk tutsa bile hikâye içten içe hep kanar.
DÜNYADA İKİ ÇEŞİT İNSAN VAR: KALANLAR VE GİDENLER
- Kitabınız ikilikler üzerine kurulu. Anne iki kez ölüyor mesela. Sonra babasını sevmeye devam edebilmek için onu zihninde ikiye bölen ve kendini biri alkolik öteki sağlıklı iki babası olduğuna inandıran çocuk var. Kahramanlarınızın yarısı Türkiye’nin doğusunda, yarısı İngiltere’de... Romanı yazarken ikiye bölündüğünüz oldu mu sizin de?
- “İskender”de ikizlik teması çok önemli. İkizlerden Pembe bir Batı ülkesinde göçmen olurken Cemile Kürt köyünde yaşamaya devam ediyor. Bence şu dünyada iki çeşit insan var: Çiftçiler ve denizciler, yani kalanlar ve gidenler... Kimi doğduğu yerde sürdürüyor hayatını, kimi denizci olup dünyayı dolaşıyor. Romanımda anne-oğul, doğu-batı, sıla-gurbet, intihar-umut gibi ikilikleri ele aldım.
AŞKIN KARMAŞIK HALLERİNİ ANLATMAYA ÇALIŞTIM
- İnsanın birine bütün kalbiyle muhabbet besleyip genede onu incitmeyi her şeyden çok istemesi mümkün mü gerçekten? Bu size de olur mu?
- En önemli sahnelerden biri orası. İskender sünnetten kaçıp ağaca tırmanıyor. Annesi de aşağı insin diye ona yalan söylüyor. Bir kırılma anı. Sevginin, aşkın karmaşık halleri üzerine bir ilk tecrübe... Ne yazık ki hepimiz hırpalıyoruz en sevdiklerimizi.
- Karakterlerinizden biri “Uzun hikâye yoktur” diyor. “Anlatmayı istediğimiz ya da istemediğimiz hikâyeler vardır.” Sizin uzun hikâyeleriniz var mı, hiçbir zaman yazmamayı seçtiğiniz ve bir kapalı kutuda saklamaya karar verdiğiniz?
- Kendime dair çok fazla şey yazmıyorum. Belki bir gün, çok sonra... Şimdilik yazarken kendimden yola çıkmamayı tercih ediyorum. Başkası olmayı seviyorum esas. Hayal etmeyi, kendimi başkasının yerine koyabilmeyi...
AŞK EN ÇOK ONU KÜÇÜMSEYENLERE ÇARPIYOR
- Şimdi şurada karşınızda otursaydı “Aşk aptallar içindir” diyen karakterinize ne söylemek isterdiniz?
- “Aşk aptallar içindir” diyen bir karakter var romanda, doğru, ama en sırılsıklam âşık olan da o aslında. Aşk bu dünyanın özü, tılsımı bence. Bizi değiştiren, güzelleştiren, yüreğimizi yumuşatan kimya. Aşkı anlamayan ya da basit bir şey zanneden çok kişi var ne yazık ki. İşin ilginç yanı, aşk öyle bir şey ki, en çok onu küçümseyenleri çarpıyor, sarsıyor eninde sonunda.
KENDİMİ MATAH BİR ŞEY SANMAMAK İÇİN YAZIYORUM
- Yazarlık sizi çok şey yaptı. Âşık oldunuz, derviş oldunuz, hatta katil bile oldunuz. Sizin “yazarak” olmayı istediğiniz şey ne aslında? En çok neyi anlatmak istiyor, neyi başarmayı hayal ediyorsunuz?
- 8 yaşından beri yazıyorum. Delirmemek, kendimi matah bir şey zannetmemek, yani “ben” değil, “başkası” olabilmek, kendimi yenileyebilmek için... Ruhumdaki farklı sesleri bir arada tutan yegâne zamk edebiyat olduğu için belki... En çok da hikâyeleri ve hikâye anlatma sanatını tutkuyla sevdiğim için. Ben yazmaya, yazıya, harflere âşığım. Bu böyle. Her roman da ayrı bir yolculuğa çıkıyoruz okurlarımla. Her romanda ayrı bir âlemi keşfediyoruz, insanı anlamaya bir adım daha yaklaşıyoruz.
HER OKUR ASLINDA KENDİNİ OKUR
- Türkiye’de çok satan yazarlara karşı neden önyargılı davranılıyor sizce?
Türkiye’de bilhassa elit çevrelerde “popüler” olan her şeye yönelik bir küçümseme vardır. Sanki çok sevilen albümlerin, filmlerin ve romanların muhakkak ki kötü ya da ucuz olması gerekiyormuş gibi. Bu aslında insanı küçümsemek sayılır.
- O romanı değil sadece, onu seven okurunu da küçümsemek...
- “Onlar okuyorsa ben okumam” tavrı, egonun dışavurumu. Kendini toplumdan yukarıya koymak. Halbuki bir romanı binlerce insan okur, okuyabilir. Ama herkesin okuması tek ve biriciktir. Parmak izlerimiz gibi, roman okuma biçimlerimiz de farklıdır. Her okur kendi gözünden okur aslında, kendini okur...
DEDİKODULARLA UĞRAŞACAĞIMA OTURUR KİTAP OKURUM
- Evliliğinizle ilgili sizi incittiğini düşündüğüm sözlerle, dedikodularla karşılaştınız bu yıl. Ne hissettiniz? Öfkelendirdi mi bu sizi, yoksa gülüp geçebilecek kadar şanslı mıydınız?
Türkiye’de dedikodu çıkarmak, her şeyi şahsileştirip belden aşağı vurmak, çamur atmak o kadar kolay ki. Bunlar ne yazık ki oluyor. Sonra da dedikodusu yapılan insanın çıkıp kendini savunmasını bekliyorlar. Ben bunu yapmam. Bunlarla uğraşacağıma oturup kitap okurum. Bir tek şey biliyorum şu hayatta: Bir başkasının mutsuz ya da başarısız olmasını istemek ve bunun için kem laflar etmek, o insana bir katre dahi iyilik getirmez. Başkalarını üzerek mutlu olamaz kimse.
- Bu tür kötücül sözler, izin verirsek tüm hayatımızı değiştirebilir de. İskender annesinin ilişkisine dair kulağına fısıldananları, amcasının ima ettiklerini dinlememiş olsaydı, ondan beklenenleri hatırlamasaydı, bu sözleri unutabilecek kadar olgun olsaydı bazı şeyler değişmez miydi?
- Romanda üzerinde durulan en önemli temalardan biri de bu: Neden başkalarını bu kadar önemsiyoruz ve niçin sırf “Elalem ne der?” diye sevdiklerimizi eziyoruz? Ve neden böyle yapa yapa hem kendimizi hem etrafımızdakileri mutsuz ettiğimizi, özgürlüklerimizi kısıtladığımızı görmüyoruz?
EMİR ZAHİR VE ŞEHRAZAT ZELDA
- Çocuklarınızın ismini nasıl seçtiniz? Emir Zahir neden Emir Zahir, Şehrazat Zelda neden Şehrazat Zelda? Kızınızın yazar olmasını istediğiniz hissine kapıldım isminden ötürü, bu doğru mu? Emir, Doğulu bir isim, Zahir ise hem tasavvuftan gelen bir kelime hem de Arjantinli yazar Borges’in bir hikâyesinden... Zelda, Amerikalı yazar Zelda Fitzgerald’in ismi, Şehrazat ise en güzel masal anlatıcısı... Yani çocuklarımızın isimlerini edebiyattan ve tasavvuftan seçtik. Ama ben onların ille de yazar olmalarını istemiyorum. Yürekleri nasıl arzu ederse onu yapsınlar, seçimlerine saygı duyarım.
KALP VE ZİHİN DETOKSU ŞART
- “Yaşadığımız şehrin dışında, gidebileceğimiz bir başka diyar elbette olmalı” demiştiniz. Hâlâ gitmeyi istiyor musunuz? - Bence bir evliliğin ya da ilişkinin sağlam olması için bireylerin ara ara çekip gidebilmesi lazım. Yoksa onun adı mecburiyet olur, özgürlük değil. İlle uzaklara, başka memleketlere değil, kendi içine yolculuk yaparak. Belki zihnimiz ve kalbimiz için de detoks şart. Kem fikirlerden arınmak için tefekküre dalmak, neden olmasın?
- Evliliğin ruhunuza aykırı olduğunu sık sık vurguladığınız halde aşkınız aynen sürüyor. Bunun bir sırrı olmalı...
- Bir sırrı varsa da bilmiyorum. Eyüp özel biri. Ben, o derviş tabiatlı olduğu, farklılıklara kıymet verdiği ve insanları ezmediği için bazı şeyleri daha kolay yapabiliyorum. Bir kadın sanatçı için en zor şey, kocası tarafından engellenmek.
JULİET´E SERENAT YAPAN ROMEO GİBİ YAZAN ERKEK YAZARLAR
Bu ülkede yazarlık daha çok erkeğe, okurluk ise kadına yakıştırılıyor. Sanki deha erkeklere mahsusmuş ve yazar kişi Juliet’ine serenat yapan bir Romeo’ymuş gibi... Elif Şafak ise kadın okurlarını da erkek okurları kadar önemseyen, hatta onlara “kız kardeşleri gibi” yaklaşan bir yazar. Ben de haliyle okurlarıyla ilişkisini sordum ona.
“Ben, okurlarıma ‘ruhdaşım’ diyorum” diye anlattı: “Yazarın kendini okurdan daha akıllı, zeki ya da bilgili zannetmesinden hoşlanmıyorum. Her roman bir yolculuk. Biz yolculuk yapıyoruz onlarla, yol arkadaşıyız. Bir romanımı aynı aileden birkaç kadının, mesela genç kızın, annesinin, teyzesinin, halasının, anneannesinin okuduğunu öğrenmek beni duygulandırıyor. Türbanlısı, başı açığı, feministi, muhafazakârı, Kemalisti, mistisizme ilgi duyanı; Türkiye’nin her kesiminden okurum var. Romanlarımın kapıları her demden insana açık. Onlardan gelen enerjiyi, muhabbeti çok önemsiyorum, bundan feyz alıyorum ve eleştirmenlerden ziyade okurlarımla bağımı önemsiyorum.”
Bazı erkeklerin kendilerine edebiyat okuru olmayı yakıştırmamaları da son günlerin tartışılan konularından. Tarih okuyan, politika okuyan ama roman okumayan erkeklere dair ne düşündüğünü de sordum Elif Şafak’a... Şöyle yanıtladı: “‘Gerçekçi kitaplar okurum, roman okumam’ diyen birçok erkek tanıyorum. Halbuki roman hem akla hem kalbe hitap eder, dahası soyut düşünme, empati kurma ve hayal etme özelliklerimizi geliştirir. Çok roman okuyan bir mimarın yapacağı işler daha gelişmiş olacaktır. Çok roman okuyan bir işadamının vizyonu daha geniş, çok roman okuyan bir akademisyenin birikimi daha zengin, çok roman okuyan bir doktorun hastalarına yaklaşımı daha insancıldır...”