Türkiye’nin en çok konuşulan romanına imza attığı kesin. Kimi müthiş bir PR çalışması dese de... İstanbul, Londra, Abu Dabi gibi farklı şehirlerde geçen romanla ilgili yoğun eleştiriler Şafak’ı yıprattı mı? Yazarın bir meslek hastalığı var mı? İskender’den sonra ailesiyle ilişkisi nasıl değişti? Londra’da kaldığı dönemde neler yaşadı? Elif Şafak sorularımızı yanıtladı.
İnci Döndaş, Esra Cengiz
İskender’in kapağını beğenen de var beğenmeyen de. Bir röportajınızda “Kapağa sürahi de koysak eleştirilecekti” demişsiniz. Erkek görünümüyle fotoğraf çektirmeye sizi kim ikna etti?
Kimse ikna etmedi, benim fikrimdi. Benim için edebiyat kendi hikayemi anlatmak değil. Başkası olabilmeyi seviyorum. Kendimi başkasının yerine koyabilmenin resmidir bu kapak bana göre. İkincisi orada erkekliğin inşasına bir gönderme var. O suretin içindeki bir kadın çünkü yetiştirilen her erkeğin arkasında bir anne var. Eğer biz o sert, maço görünüşün içindeki kadının varlığını anlayamazsak bu meseleyi çözemeyiz. Bu PR olsun diye yapılmadı. Bir buçuk senem her gün İskender’i düşünerek geçti. Kendimi böyle bir adamın yerine koymak daha önce yaptığım bir şey değildi. Benim için o olmak hakikaten zordu.
O giysilerin içinde neler hissettiniz?
Bana çok ilginç geldi çünkü erkek olduğunuz zaman beden diliniz o kadar değişiyor ki. Yürüyüş tarzınız, konuşmanız, oturma kalkma biçiminiz... Biz hep kadın doğulmaz kadın olunur dedik ama erkek olmak da öğretiliyor. Benim için bu kapak ‘Kalıpları kıralım’ deme anlamı da taşıyor.
Şiddetin arkasında kadın var
Aynaya bakınca ne düşündünüz?
İlk başta biraz zorlandım. Çekim sırasında alıştım ama kıyafetten ziyade vücut dilini anlayabilmek tuhaftı. Sokakta o kıyafetle yürüdüm, çömeldim, gezdim. Durup bakanlar, uzaktan erkek sananlar oldu. Tek başımayken çok dikkat çekmedim. Keşke herkes böyle bir şeyi tecrübe edebilse... Erkekler kadın kılığında bir gün sokakta yürüseler taciz edilmenin, laf atılmasının nasıl olduğunu anlasalar ve biz de erkekleri anlayabilsek. Sokakta dolaşırken iki kişinin itişip kakıştığına tanık oldum. Oradan tin tin tin kaçtım. Sonra durup İskender olsa ne yapardı diye düşündüm ve geri dönüp bir de o gözle baktım.
İskender’e benzeyen yakından tanıdığınız biri oldu mu?
Hayır ama yaşadığım yerlerde pek çok İskender vardı. 20’sinde 30’unda 60’ında... Her yer İskenderlerle dolu aslında.
Bu kitap size ne öğretti?
Zor soru... Çok şey öğretti. Yazmaya başladığımızda farklı, bitirdiğimizde farklı bir insan oluyoruz. Bu kitap beni aile kurumuna daha dikkatli bakmaya, kendi oğlumla ilişkime daha dikkatli yaklaşmaya sevketti. Oğlum daha küçük belki ama ben çocuklarıma ne kadar eşit davranıyorum, ne kadar birey olarak görüyorum, etraftan ben de etkileniyor muyum diye çok sorguladım... Edebiyatçılar da sonuçta uzayda yaşamıyor. Ağzımız laf yapar ama bunları ne kadar hayata geçiririz bilinmez. Bana daha önemli gelen bir şey daha var: Sevdiğimiz halde insanları nasıl kırıyoruz? Aşkın ve sevginin karanlık yanlarına baktım. Sevgi nasıl dikenli bir gül bunu sorguladım.
Çocuk yetiştirmekle özellikle erkek çocuklarla ilgili ciddi sorunumuz var galiba...
Hakikaten oğullarımızı çok sorunlu yetiştirdiğimizi düşünüyorum. Gayet iyi niyetle yapıyoruz bu hataları ama uzun vadede de bunun zararlarını hepimiz görüyoruz. Mağdur durumdaki kadınlara bakıyoruz ya hep; ‘Ne giydi, nereye gitti de başına bu geldi’ gibi. Bu tamamen saptırmadır. Erkeğe bakmamız lazım. Ne oluyor da erkek kendisinde kadına şiddet uygulayacak hakkı buluyor? Bence bebeklikten itibaren onlara ayrıcalıklı olduklarını hissettiriyoruz. Kız kardeşinin, ailesinin namusunu korumakla yükümlü olduğu zannını çocuklara kim veriyor? Aile tabii ki... Kadına şiddetin arkasında kadın var. Bu tabii ki erkeklerin sorumluluğunu azaltmıyor, toplum da çevre de sorumlu.
Kitabın merkezindeki aile Doğulu. Gider misiniz Doğu’ya?
Birkaç senedir gidemiyorum ama ondan önce epey gittim. Birçok Doğulu arkadaşım var. Kitapta bilinçli olarak yarı Kürt yarı Türk bir aile yarattım. Çünkü namus, töre, kadına şiddet gibi kavramlar Doğulu, eğitimsiz, cahil, az gelirli ailelerin derdiymiş gibi bir algı var. Bu etnik bir mesele değil, hepimizin meselesi. Türk, Kürt, Alevi, Sünni hatta burjuva... Her yerde karşımıza çıkıyor. Karısını döven eğitimli çok insan görüyoruz. Entelijansiya içinde de karısına paçavra gibi davranan erkekler var. Bu da kadına yönelik şiddetin bir parçası. Bunları göstermek için yarı Kürt yarı Türk aile seçtim. Kitapta da dört mekanı bu yüzden yarattım.
Yazarken ne kadar iyi bir anneyim bilmiyorum
Çocuklarınızla orada aylarca yaşamak zor olmadı mı?
Yazmak açısından benim için verimli ama duygusal olarak zor bir dönem oldu. Giderken bir yanımı burada bıraktım. Eşim burada kaldı. Sürekli gidip geldi ama yine de kolay değildi. Dostlarım, okurlarım, İstanbul özlemi... Duygusal olarak müthiş bir boşluk oldu. Dışardan bakıldığında bu yaptığım lüks gibi görünüyor ama yıpratıcı yanları var. Sanat için çok iyi, sanatçı için çok yıpratıcı.
Önceki röportajlarınızda yazmaya başladığınızda gözünüzün hiçbir şey görmediğini söylemiştiniz. Çocuklar bundan şikayetçi mi?
Çocuklar bir yanıyla çok açık fikirli. Mesela babasının ofise gitmesini anlıyor ama evdeki annenin neden ulaşılmaz olduğunu anlamakta çok zorlanıyor. Yazarken ne kadar iyi bir anne oluyorum, bilmiyorum. Bir keresinde odaya bir girdim, kitaplıktaki kitapları çıkarmış imza atıyordu kızım (gülüyor). Bütün zamanımı çocuklarla yazma arasında bölüştürdüm. Başka hiçbir şeye vakit ayıramadım.
Hakkımda bilmediğiniz 5 şey
Yazarken çok sert müzikler dinlerim. Endüstriyel metal, punk, post-punk gibi...
Çok yürürüm. Özellikle yeni bir şehre gidip ara sokaklara dalmayı çok severim.
16 yıldır et yemiyorum. Çikolatayı da asla ağzıma sürmem.
Twitter’da kimseyi takip etmiyorum çünkü Twitter’ı okurlarımla buluşmak için bir mecra olarak kullanıyorum.
Yemek yapmayı hiç bilmiyorum.
İnci´nin gözünden
Elif Şafak’ın son röportajlarında eldiven taktığı dikkatimi çekmişti. Meğer eldiven en sevdiği aksesuarmış. Hatta yazarken de tırnaklarını yememek için eldiven takıyormuş.
Medyada çok yer aldığı için eleştirilmesine “Kitabım çıktığında doğru bulduğum ölçüde söyleşi yapıyorum. Romanın tanıtımı neden yapılmasın? Daha çok okur kazanmanın nesi kötü?” diyor.
Şafak’a meslek hastalığı olup olmadığını soruyorum. Yazarların en büyük meslek hastalığının egoları olduğunu söylüyor ve romancıların birbirini sevmemesini de şişkin egolarına bağlıyor.
Kendisiyle röportaj yapan gazetecilere iPad hediye ettiği söylentisi onu çok sinirlendiriyor.
Esra´nın gözünden
New York Times ‘ta İngilizcesinin yeterli olmadığı yönünde çıkan eleştiriyi sorduğum Şafak “İyi eleştiriler de çıktı onlar bizde çok yankı bulmadı. Ben bunu sevdiğim ve yapılabildiğine inandığım için yapıyorum” diyor.
Çok formda görünüyor ama yazarken sürekli kilo alıp verdiğini söylüyor: “Çünkü düzenim yok. Kendimi çok hırpalıyorum. Aşk’ı yazarken parmaklarımın etlerini koparmaktan iki tırnağım düştü.”
Kitaplarının içinde en çok Mahrem’i beğeniyorum. Şafak, eşi Eyüp Can’ın da ‘Mahremci’ olduğunu belirtiyor.
İskender’i yazarken Londra’da hem ekonomik hem siyasi sebeplerle oraya yerleşen birçok Kürt aileyle tanışmış. “Çok enteresan hikayeler var. Mesela kolundaki saatte Türkiye’den ayrıldığı saati gösteren biriyle tanıştım” diyor.
14 Ağustos 2011
Star
|