Elif Şafak, son romanı “İskender”de, töre cinayetlerinden çıkmış yola ama bakmak istediği şey, asıl olarak kadına dönük şiddet. Üstelik konuyu mağdur olan ile mağdur edilenin, kadın ya da erkek olduğu düşüncesinin dışına çıkarak ele almak istemiş. Erkekleri yetiştiren anneler başta olmak üzere, bu sistemin böyle sürüp gitmesinde kadınların da rolü olup olmadığını sorgulamış. Hikâye bir ailenin Güneydoğu’dan İngiltere’ye kadar uzanan göç yolculuğu üzerinde seyrediyor. Şafak, ataerkillik üzerine bir roman yazarken, somut olarak bir töre cinayetini işlemiş olmakla birlikte, konuyu evrenselliğinden koparacağını düşünerek, törenin ya da kadın cinayetlerinin arkasındaki sosyal ve ekonomik boyuta değinmemiş.
Elif Şafak her zamanki gibi çok karakterli ve ilmek ilmek dokunan bir yapı kurmuş romanında. 11 karakterli bu romanı hiç boşluğa düşmeden ustalıkla kurgulamış yazar. Çok karakterlilik, bir aile hikâyesi olmasının da gereği. Ayrıca, aile varsa sır da var. Bu roman da sırlarla örülü. Sırların her adımda çözülmesi ve yeni sırların belirmesi ise merak duygusunu hep canlı tutuyor. Elif Şafak’la hem son romanı “İskender”i, hem de romana bakışını konuştuk...
“Kadın cinayetlerini gazetelerden okuduğumuzda bir katil ve kurban imgesi uyanıyor zihnimizde. Katilin insan olduğu pek geçmiyor aklımızdan. Sizin romanınızı okuyunca bunu düşündüm...”
“Sorunuzu anladım. Çok da önemsiyorum söylediğiniz noktayı çünkü, bizim için pek çok şey gazetelerde birer haberden ibaret. Sadece isimlerden ibaret. O haberlerin içinde bir sürü hikâye var. O hikâyelerin içinde bir sürü hüzün var, bir sürü kırılma noktası var. Ben bütün bunlara daha yakından bakabilmek istedim. Benim için bu çok sıradışı bir hikâye ama aynı zamanda çok tanıdık bir hikâye. Çok buralı bir hikâye, ama aynı zamanda çok evrensel bir hikâye. O dengeyi korumak önemliydi.”
“Romanda bölümler karakterlerin adlarıyla belirlenmiş. Olaylar onların cephesinden adım adım örülüyor. Herkese eşit mesafede yaklaşıyorsunuz. Öte yandan kendinizi örneğin İskender’in yerine koyarak yazdığınızı söylüyorsunuz.”
“Zaten kapaktaki İskender olma halinin sebebi de o. Ben her gün kendimi İskender’in yerine koydum. Bütün karakterlerin yerine koydum, sadece İskender’in değil. Belli bir mesafede durabilmek önemliydi. Ama belki bir kadın yazar için en zoru, İskender’i anlayabilmek, İskender olabilmek aslında. Pembe olmak daha kolay, Cemile olmak daha kolay. Esma olmak belki en kolayıydı benim için. Sonuçta orada yazar olmak isteyen bir genç kız var. Yunus olmak da kolay. Okumayanlar bu karakterleri tanımazlar ama, en zoru İskender olmaktı. En çok onun üzerinde durmam gerekiyordu. Bence okur için de en önemli soru o, İskender’i anlayabiliyor musun? İskender’i hissedebiliyor musun?”
“Öyleyse size göre Pembe mağdur olan, İskender madur eden olarak görülebilir ama aslında İskender aynı zamanda mağdur olan da...”
“Evet, tabii. Zaten onu anlayamadıkça bu sorun çözülmeyecek. İskender’in kendi hayat hikâyesine baktığımız zaman da, bir yanıyla bıçkın, serseri, neredeyse maço diyebileceğimiz bir oğlan, ama bir yanıyla da çok sırça bir yüreği var. Çok kırılgan. Çok yalnız. Kendini güvende hissetmiyor. Onun zayıflıklarını, zaaflarını, yer yer nasıl mağdur edildiğini, hatta bazen kendi annesi tarafından incitildiğini anlamadıkça bu şansımız olmayacak.”
“Daha çok küçükken, annesi tarafından kandırılma duygusunu yaşaması...”
“Benim çok önemli bulduğum bir sahne. Tam bir kırılma ânı. O ana kadar aşkın ve sevginin ne kadar karmaşık olduğunu bilmiyor İskender. Çok sevdiğimiz halde incitebiliyoruz insanları. Sevdiğimiz halde kandırabiliyoruz. Kendi annesinden o tokatı yemesi. Annesinin ondan erkek gibi davranmasını beklemesi, bence bir oğlan çocuğu için hayatında önemli bir kırılma noktası.”
“Romanın başında İskender’in bir cinayet işlediğini anlıyoruz. Sonra İskender’in çocukluğunu okurken, orada bir sahne var, İskender elinde bir kuş tutuyor. Onu korumak ile boynunu kırmak arasında gidip geldiği ânı anlatıyorsunuz...”
“Romanda küçük bir ayrıntı gibi görünen ama bence çok önemli bir sahne o. Çünkü iki yan da var İskender’de. Bir kuşu bile incitebilecek potansiyel var onda. Ama aynı zamanda onu alacak, koruyacak, ona şefkat gösterebilecek; bütün bir dünyaya karşı onu sevebilecek bir yan da var İskender’de. Belki hepimizde öyle. Çocukluğumuzda içimizde ikisi de var. Ama işte yaşadığımız hayat, içinde bulunduğumuz koşullar, gördüklerimiz, çektiklerimiz, ya bu yönümüzü daha ortaya çıkartıyor, ya öbür yönümüzü.”
“İskender üzerinden gittik ama roman çok karakterli bir roman. Pembe, Adem, İskender, Esma, Yunus, Cemile, Adem, Kate, Elias, Tarık, Roksana... Romanın adı ise ‘İskender’. Neden İskender?”
“Bu kadar çok karakterli bir romana bir karakterin ismini vermek bence önemli bir ayrıntı. İskender herkesten önemli olduğu için değil. Ama İskender, bütün çelişkilerin, bütün enerjilerin toplandığı, kırıldığı, yeniden biçimlendiği kavşağın ismi gibi. Bir sürü yol var, patika var ama onun tavrı, onun kişiliğindeki değişim o kadar belirleyici oluyor ki. Etrafındaki insanları mutlu edebilecekken kahrediyor. İskender’deki o başat rol önemli. Ama bunu yapmamın esas sebebi, İskender’in en çok değişen karakter olması. Bu roman benim için bir değişim hikâyesi. Yunus’un da özellikleri benim için önemli. Diğer kardeşin de. Annenin de, ikizinin de. Ama romanın başındayken farklı olup da, romanın sonunda farklı olan karakter, dört mevsimi yaşayan karakter, İskender. O dönüşüm... Roman okumak benim için dönüşmek demek. Değişim demek. Seyahat demek. O değişimi en iyi İskender taşıdığı için, romanın adı ‘İskender’.”
“Okumayan insanlar için şifreleri çözmeyelim ama neden İskender özel olarak değişiyor sizce?”
“Hani dedik ya, içinde iki yan da var, önce bir tarafa gidecek, daha sert, hırçın bir insan haline gelecek. Biraz da savunmada bir kişilik İskender. Babası da evden gidince kendini ailenin reisi zannediyor. Elinde olmadan sürükleniyor. Bütün bunlar onu da etrafındakileri de mutsuz ediyor. En sonunda Zişan karakteri çok yan bir karakter görünmekle beraber benim için önemli. İskender’in yaşadığı dönüşümde mistisizmin de rolü var, tasavvufun da rolü var. Gönlü yumuşayacak. Yüreği yumuşayacak. Diyeceksiniz ki, ne yararı var, ama bence o dönüşümün yaşanması önemli.”
“Zişan’ın savunduğu çok güzel değerler var, insanları sevmekten söz etmesi, hayatla barışık olması... Ama onun felsefesinde baskın bir şey de tevekkül. Pembe ve Cemile’nin dünyasında da tevekkül çok önemli bir yer tutuyor. İskender belki başka bir insana dönüşüyor ama Pembe ya da Cemile için hayat bunu getirmiyor. Okurken şunu derken yakaladım kendimi, bir an, sadece bir an, hayata müdahale etselerdi...”
“Sizin söylediğiniz aslında yer yer Esma’nın da söylediği bir şey. Benim için o anlamda çok önemli bir karakter Esma. Yer yer anlatıcı o aslında. Annesini eleştiriyor, annesi gibi olmak istemiyor. Müdahale etmediği için annesine çok kızıyor. Okur olarak da bunu hissediyoruz bence; ne olurdu biraz daha sağlam durabilseydi bu kadınlar. Çok metin karakterler aslında. Ama sevdiklerine karşı sağlam duramıyorlar. Biraz onlara da bakmak istedim. Benim için tevekkül illa ki şu değil, ensesine vur lokmasını al, hiçbir şeye ses çıkartma. Tevekkül sorgulamamak demek değil bence.”
“Roman, İskender’in kızkardeşi Esma’nın anlatısı olarak kurgulanmış. Yani anlatıcı Esma. Ama anlatısını bizzat bir roman gibi yazmış, yani kendini de bir roman karakteri olarak dışarıdan çizmiş. Fakat anlatıcı Esma olmasına rağmen bir Tanrı yazar gibi, karakterlerinin zihninden geçenleri biliyor. Neden doğrudan bir yazar-anlatıcı kurgulamadınız da, Esma’nın o kimliğe girmesini tercih ettiniz?”
“Şu hoşuma gitti benim; kız çocuğuna kendi annesi ile ağabeyinin hikâyesini anlattırmak. Ama bir yerde de Esma’nın dışında kalması gerekiyordu bu hikâyenin. Çünkü çok fazla müdahale etmesini istemedim. Okura bırakmak istedim. Benim romanlarım genelde çok karakterli olur ve onlar çok farklı şeyler söylerler. Her okur da farklı bir tat alarak, farklı bir karakterle özdeşleşerek okur. O akışkanlığı seviyorum. Onun için Esma’yı da geriye çekmem gerekiyordu. Çıkış noktası bir kız çocuğunun hayatının bir noktasında artık durup da kendi annesi ile ağabeyinin hikâyesini anlatabilmesiydi. Sırlarla yaşayan bir kız çocuğu bu. Bir çoğumuz gibi. Bir çoğumuzun ailesinde anlatılmamış hikâyeler vardır. Zamanı geldiğinde bu hikâyeyi yazıyor. Ama hâlâ kendi kızlarına anlatamamış mesela.”
“Esma, romanın bir yerinde keşke İskender olarak doğabilseydim diyor. Hatta aynaya bakıyor ve kaşlarını kalınlaştırıp bir erkeğe dönüşmeye çalışıyor. Bu sahne ile kitabın kapağı arasında bir ilişki kurdum ben.”
“Haklısınız, onu ben de düşündüm. Esma, hep bir erkek yazar olsaydım her şey çok kolay olurdu diye düşünüyor. Bu duyguları zaman zaman hepimiz yaşamıyor muyuz? Kendi annelerimizle ilişkimizde, belli bir çevrede büyürken, okulda, bu duyguya kapılmadık mı? Keşke erkek olsaydım demedik mi? İşte öyle bir duygu. Tabii ki kapağı da etkiledi.”
“Bu romanda bir resim çiziyorsunuz. Ama konuyla ilgili görüşünüz baskın olarak yansımıyor metne. Oysa mutlaka sizin de bir bakış açınız var. Kadınların cinayetlere kurban gitmesi ve böylesine acılar yaşamasının nedenleri nedir size göre, romanda işlediğiniz temayı da düşünürsek?”
“Sadece erkeklerin kadınlara uyguladığı bir sistem olarak algılamıyorum ben ataerkilliği. Kadının kadına ettiği, hatta kadının kendine ettiği bir şey olarak algılıyorum. Biz oğullarımızı da böyle yetiştiriyoruz. Biz kadınlar bir kız kardeşlik kültürünü ne kadar yaşıyoruz? Yoksa birbirimizin ayağını mı kaydırıyoruz? Yoksa birbirimizi daha hırçın mı eleştiriyoruz? Bir erkek yazara yöneltilen eleştiriler ile kadın yazara yöneltilen eleştirilerin tonu, biçimi, üslubu acaba aynı mı? Toplumun her yanına nüfuz etmiş bir kültür bu. Ama en zoru içselleştirdiğimiz kısmını değiştirmek. Yani kendi içimizde taşıdığımız ataerkilliği değiştirmek.”
“İşin sosyal boyutu hakkında ne söylersiniz? Sorunun arkasındaki sosyal ve ekonomik yapı örneğin... Anlattığınız hikâye bir Kürt ailesinin hikâyesi. Güneydoğu’dan göç ediyorlar ve oradaki aşiret yapısını biliyoruz.”
“Fakat galiba bilerek ben bunu yarı Kürt yarı Türk bir aile olarak tasavvur etmek istedim. Çünkü kadına yönelik şiddet o kadar evrensel ki, ummadığımız yerlerde zuhur edebiliyor. Tamam daha geleneksel yapılar da var ama eğitimli çevrelerden de gelebiliyor. Orada belki töre cinayeti olmuyor ama karısını döven profesör oluyor. Onun için daha yaygın, daha evrensel olduğunu görerek hareket etmek bana daha doğru geliyor. Tek bir kültüre, tek bir topluma atfetmektense...”
“Roman karakterlerinizden söz ederken, yaşayan kişilermiş gibi gözleriniz parlayarak, tanıdığınız bildiğiniz birileriymiş gibi söz ediyorsunuz.”
“O kadar delice bir şey ki. Bir süre sonra o karakterlerin hayali olduklarını unutuyorsunuz. Belki o yüzden İskenderleşmek önemliydi benim için. Buna ihtiyacım var yazabilmek için. Sonra tekrar çıkmak lazım tabii bunun içinden. Yoksa kendinizi tekrar etmeye başlarsınız. Roman bittikten sonra onların hayali karakterler olduklarını hatırlıyorum ve orada bırakıyorum.”
“Roman bittikten sonra nasıl bir mesafe giriyor aranıza?”
“Şu anda hiçbir mesafem yok. Yeni çıktı ya. O ayrımı yapamıyorum. Ama zaman içinde tekrar yapacağım. ‘Aşk’taki karakterler mesela eski bir dost gibi. Bir yerlerde yaşıyor onlar ama ben çok görüşmüyorum artık. Yeni bir romana, yeni bir nefesle başlayabilelim. Yoksa arayışı sürdüremezsiniz.”
“Romanda dikkatimi çeken bir nokta, Elias ile Pembe arasındaki ilişkinin hiçbir şekilde tensel boyutu olmaması. Bunu özel olarak vurgulamanız neden?”
“Bana gerçekçi gelmedi. Pembe gibi bir karakterin tensel bir ilişkiye girebileceğine inanmadım yazarken. Beni buna karakterim ikna etti. Kendimce ahlaki bir şey koyduğumdan değil. Pembe’nin kişiliği bence böyle. Elias da bunu anlayabilecek bir adam. Her aşk da tensel olmak zorunda değil bence. Yaşadığımız yüzyılda aşkı bedenle çok fazla ilişkilendiriyoruz ya, bedeni küçümsemiyorum, ama bence aşkın da çeşitli biçimleri ve suretleri var.”
“Romandaki karakterlerin gerçekliği önemlidir kuşkusuz. Sık sık evet ya, böyle insanlar var, neredeyse tanıyorum onu deriz. Fakat sizle şimdi sohbet etsek insanları kolayca kategorilere de ayırabiliriz. İşte hayata keskin bir pencereden bakan insanlar vardır, daha esnek olanlar gibi. Gerçek ile şablon arasında çok ince bir çizgi var. Sizce karakterleri şablonlara düşmeden ‘gerçek’ kılmanın yolu nereden geçiyor?”
“Hiçbir karakteri kahramanlaştırmamaktan geçiyor. Ben kahramanlara inanmıyorum. Mutlak iyiler, mutlak doğruluk temsilcileri… Bizim romanımızın çıkışına bakarsak, Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren kahramanları olan romanlar çok yazılmış. Romancılar okurlarına bir şeyleri öğretmek istemişler. İyiyi temsil eden, yanlışı temsil eden örnekler koymuşlar romana. Ben bunlara inanmıyorum, bunun dışında bir romancılığa inanıyorum. Bence insan olmak demek çelişkiler yaşamak demek. Onun için en cömert insanın bile bence cimri olduğu anlar var. En iyi kalplimizde bile bir kötülük damarı var. Beni çeken onu yakalayabilmek zaten. O yüzden bende mutlak karakterler yoktur.”
“Osmanlıca kelimeler kullanmaktan hoşlandığınızı biliyoruz. Fakat zaman zaman, romandaki kişilerin dünyasıyla uyumsuz bir dil oluşturma riski doğduğunu düşünüyor musunuz? Örneğin Amerikalı bir kişiyi konuştururken de Osmanlıca kelimenin girmesi bir sakınca doğuruyor mu size göre?”
“Çok ilginç bir soru, sağ olun. Çok da önemli bir soru. Ama düşünmüyorum bir çelişki olduğunu. Bir yanıyla gayet mümkün. Biz bunu hep çelişki gibi düşünüyoruz; buralı mısın, oralı mısın? Doğulu musun, Batılı mısın? Hem buralıyım, hem dünya vatandaşıyım. Hem Osmanlıca kelimeleri severim, sahip çıkarım, hem de yeniliklere açığım. Tercih yapmak zorunda değilim. Bizdeki bu indirgemecilikten hoşlanmıyorum. Tesadüf kelimesini kullanıyorsan, rastlantıya gerek yok der bazıları. Öbürü der ki, efendim yenisini kullan eskisine gerek yok. Ben tesadüfü de kullanacağım, rastlantıyı da kullanacağım. Yarın bir gün belki yeni bir kelime çıkacak onu da kullanacağım. Çünkü her birinin yeri, ritmi farklı. Nüansları kaybetmeyeceğim. Ne kadar çok olursa kelime dağarcığı, düşünme sistematiğiniz o kadar gelişecek. Daraltmaktan değil, açmaktan yanayım.”
“Neden İngilizce yazıyorsunuz?”
“Bu benim için bir yolculuk, kültürler arası ve diller arası bir yolculuk. Osmanlı’nın son dönemlerinde üç dilde yazan yazarlarımız vardı. Halide Edip Adıvar hem İngilizce hem Türkçe roman yazıyordu. Ama sonra unuttuk bunları. Neden olmasın? Ama ben şunu yapıyorum, İngilizce yazıyorum doğru. Omca Korugan çevirdi. İnanılmaz güzel bir çeviri yaptı ama ondan sonra ben aldım ve yeniden yazdım. İkisi de orijinal. Bunu niye yapıyorum? Çünkü ben dili seviyorum. Dille uğraşmayı çok seviyorum.”
“Kafka Almanca yazdığı için ona Alman yazar denir.”
“Bence o kalıplar geçti artık. O başka bir dünyanın kalıplarıydı. Bu yüzyıl çok dilli olmanın, birden fazla yerden beslenmenin, akışkanlıkların, hareketliliklerin yüzyılı. Ben buna açık olmak gerektiğini düşünüyorum. Ben çok buralı bir insanım, İstanbulluyum ama aynı zamanda çok evrensel olunabileceğine inanıyorum.”
“Çoğunlukla güncel konularla bir ilişkisi oluyor romanlarınızın... Güncellik çok aldatıcı olabilir, edebiyat için. Bir şey oluş halindeyken başka türlü, 30 sene sonra başka türlü bakabilirsiniz…”
“Çok önemli bu söylediğiniz. Margaret Atwood’un bir sözü var: Roman tekilliklerin sanatı. Mikro hikâyelerin sanatı. Makro, genellemelerin değil. Ben buna çok inanıyorum. Tabii ki romancı yaşadığı çağın bir ürünüdür. Kayıtsız değilseniz, etrafta olan bitenden tabii ki etkilenirsiniz, tartışırsınız romanlarınızda. Ama son tahlilde anlattığınız tekil hikâyelerdir. Genellememek lazımdır. Yazarken ben her zaman bu bilinçle yazıyorum. ‘Baba ve Piç’te anlattığım, bir Türk ailesi ile Ermeni ailesinin hikâyesidir, hatta o ailedeki kadınların hikâyesidir. Bu kadar. Minicik bir çerçeve çiziyorum ben. Bu çok önemli bir ayrım. Bireye değinme sanatı bence roman. Ben hep bireylere bakıyorum.”
Elif Şafak´la Söyleşi: Irmak Zileli; Fotoğraf: Sevgi Can
Remzi Kitabevi Kitap Gazetesi, Ağustos 2011
remzi
|