Elif Şafak’ın ´İskender´ romanı piyasa çıkalı epey oldu. Kitabın içeriğinden çok, kapağı tartışmalara neden oldu. Söylenmedik söz kalmadı. İntihal meselesi ise gündemden düşmedi. Şafak ise tüm bu eleştirilere, tartışmalara kendi üslubunca yanıtlar verdi. Bazen sustu bazen de popülaritenin acımasızlığıyla boğuştu.
Biz kitaba dönelim... Kitap, İstanbul, Londra, Abu Dabi gibi farklı şehirlerde geçiyor. Romanın hüzünlü hikâyesi, bir Kürt köyünde yaşayan Pembe´nin evlenip önce İstanbul’a sonra Londra’ya göç etmesi ve sonra kurduğu üç çocuklu ailesi üzerinden, İstanbul’da ve Londra’daki göçmenlerin hayatını gözlemleme fırsatı veriyor. ´İskender´ hem kadınların dünyasına hem de göçmenlerin hallerine dokunuyor. Aile içi şiddete de değinen Şafak, kitabın bütününü tek bir cümleyle özetliyor, “şu hayatta insan en çok sevdiklerini acıtır…”
Elif Şafak’la bir araya geldik, kitaptan kısaca söz ederken yüzümüzü Türkiye’ye döndük. Bu kadar acının, yaranın, kan revanın içinde yaşamayı sorguladık. 70’lerde devrimci olmanın başka bir ruh taşıdığını, bugün değişen konjonktürde yine de yeni Don Kişotların çıkacağı umudunu konuştuk.
>>>>Çok konuşulan bir romana imza attınız. Tartışıldı, eleştirildi ama biz yine kitapla ilgili birkaç soruyla başlayalım. Popülarite neden bu kadar acımasız?
Bizde edebiyat okurundan ziyade elit kesim içindeki adacıklar son derece hoyrat. Genelde derinlikli, kaliteli kitap eleştirisine rastlamak zordur. Onun yerine kişilere, şahsiyetlere yönelik yazılar okuruz. Yazarlara dair dedikodular, aslı astarı olmayan laflar, hatta zaman zaman hakaretler. Bunların ne edebiyatla ilgisi var ne kültürle. Maalesef Türkiye’de eleştiri mekanizması ekseriya acımasız ve hep ama hep şahsi.
>>>>Kitabın içeriğinden çok kapağı tartışıldı, siz bu intihal meselesine ilişkin pek şey söylediniz, son durum nedir?
Kitabın kapağı intihal dediler, ardından yok içeriği intihal dediler, sonra benimle söyleşi yapan gazetecilere İpad dağıttığımı iddia ettiler, ardından romanların yanında promosyon verdiğimizi, bu yüzden bu kadar çok sattığını söylediler. Herbirini hayretle okudum. Bütün bu iftira, safsata ve yalanları bunları çıkaranlara bırakıyorum. Bu kadar vicdansızca, uluorta yazanlara da, onların laflarına hemencecik inananlara da söyleyecek bir söz yok.
>>>>“Erkeklik ve kadınlık bir kalıp” diyorsunuz, neden? Siz bu kalıbı bu kapakla yıktınız mı?
´İskender´in kapağı gayet yenilikçi, cesur ve okurları düşününce kalıplarını kırmaya davet eden bir kapak. Aynı zamanda empati kurmaya, kendini bir başkasının yerine koymaya da çağırıyor. Biz hep şiddet haberlerini okurken bunu tek bir erkek yaptı zannediyoruz. Hâlbuki o erkeği yetiştiren koskoca bir sistem var, toplum var. Bütünü görmek lazım. Ve bir de erkekliğin inşasında kadınların oynadığı rolle yüzleşmemiz lazım.
>>>>Ve elbette bugüne kadar yazdığınız romanlardan farklı bir havası var İskender’in… Örneğin tasavvufla ilgili çok derine inmemişsiniz, ama seziliyor ki tasavvuf sizin vazgeçemediğiniz bir durum. Bu bir tercih miydi?
Evet, bu bir tercihti. Beni bilen, zaten öteden beri okuyan ve anlayan okurun hissedebileceği kadar tasavvuf var romanda. Daha fazlasına gerek duymadım. Bir pencere, bir meltem, bir katre, o kadar yeter. Her romanımı farklı bir serüven gibi görüyor, kendimi tekrar etmeyi sevmiyorum. Her kitapta yepyeni bir yolculuğa çıkmayı yeğliyorum. ´İskender´ de hakikaten apayrı bir seyahat oldu.
>>>>Peki, tasavvuf sizin hayatınıza ne kattı? Bildiğim kadarıyla sonradan tasavvufla ilgilemeye başladınız… Arada nasıl bir fark var?
Tasavvufla yirmili yaşlarımın başında ilgilenmeye başladım. Üniversitede öğrenciydim o sıralar. Bu alanda okumaya başladım. Abdulbaki Gülpınarlı, Annemarie Schimmel, William Chittick, A. Y. Ocak... Okudukça merakım arttı, okudukça daha fazla okumak istedim. Tezimi bu konuda yazdım. 24 yaşında yazdım ilk romanım ´Pinhan’ı, orada yoğun bir tasavvuf dokusu vardır. O gün bugündür hep benimle. Farklı farklı mevsimlerden geçerek elbette.
>>>>Kitabın yayımlanmasının ardından biraz zaman geçti ama kitap üzerinden bugüne dair sorular sormak isterim. Romanda kadının sorununa ilişkin anlattıklarınız var, “kadın ve anne olmak sürekli suçluluk duymaktır” diyorsunuz. Bu kadar vahim mi?
Kadın ve anne olmak devamlı kendini hırpalamak, acaba doğru mu yapıyorum diye hep endişe ve tereddüt duymak demektir. Biz böyleyiz. Erkeklerin böyle bir halleri yok. Onlar çizgilerinden sapmadan devam ediyorlar yollarına. Biz çok yalpalıyoruz. Kendimizi çok didikliyoruz. İşin tuhaf yani birbirimizin bu hallerini gene en iyi biz anlarız ama kadınların kadınlara destek olması nadir hadisedir.
>>>>Aile içi şiddet ‘kol kırılır yen içinde kalır’ mantığıyla ne yazık ki devam ediyor. Bu mantığı yıkmanın yolu nedir?
Kadına yönelik şiddete ailelerin iç meselesidir diye baktık senelerce. Böyle yapa yapa bugünkü duruma getirdik. Kol kırılırsa bütün bir beden acı çeker. Toplumca hepimizin ortak meselesi. Keza bu sorun sadece Doğu’da bir yerde yaşanmıyor bazılarının zannettiği gibi. Töre cinayeti lafını hiç kullanmamaktan yanayım. Kadına yönelik şiddet zengin-fakir, Doğu-Batı, eğitimli-eğitimsiz her kesimde karşımıza çıkıyor. Ancak ortak bir duyarlılık, ortak bir vicdanla bu konuda adımlar atılabilir.
>>>>Romandaki karakterlerden biri başkaları ne der sözüyle hareket ettiği için özgürlüğünü kısıtlıyor ve bu, Türkiye toplumunda vazgeçilmez bir durum. Bu tabu yıkılmıyor. Bu tabu nasıl değişir? Mesela siz bu anlamda özgür müsünüz?
Romanda Adem, başkaları ne der diye düşündüğünden sevdiği kadınla evlenemiyor, bir başkası el alem ne der diye annesini bıçaklamaya kalkıyor. Sürekli başkaları ne der kaygısıyla yaşıyoruz Türkiye’de, el alem ne der diye düşünmekten, hep başkalarını dinlemekten kendi yüreğimizin sesini duyamıyoruz. Bu erkekler üzerinde de ciddi bir baskı, kadınlar üzerinde de. Ben de yüzde yüz bu tür kaygılardan arınmış değilim. Ama kendi içimde minimuma indirmeye çalışıyorum.
>>>>Türkiye’de etnik kimlikler hâlâ tartışılıyor…1970’lerden bu yana ne değişti desem?
Türkiye’de 1970´lerden bu yana bir yandan çok şey değişti, bence iyi yönde. Temposu hızlı, enerjisi yüksek, nüfusu genç, tarihi ve kültürü inanılmaz zengin, çelişkileri çok derin ama tam da bu yüzden çok özel bir ülkeyiz. Nevi şahsına münhasır. Yeter ki birarada yaşama sanatına kıymet verelim. Yeter ki herkesten tıpatıp bize benzemesini, bizim gibi düşünmesini beklemeyelim. Türkiye’nin en büyük sınavı: Farklılıklarla beraber huzur ve ahenk içinde ve hakiki bir demokrasi halinde yaşamayı başarmak.
>>>>Bugün hâlâ kadına şiddet devam ederken, kimlik tartışmaları dur durak bilmezken, Kürt meselesi bir türlü çözülmezken, ´kendinden olmayana´ düşmanca bakılırken, siz kendi içinizde nasıl bir savaş yaşıyorsunuz? Nasıl yorumluyorsunuz?
Acilen yumuşamaya ihtiyaç olduğuna inanıyorum. Kalplerimiz, söylemlerimiz, kalemlerimiz yumuşamalı. Masum siviller ölüyor her gün. Ve geri kalanların morali bozuk; üzüntüden, umutsuzluktan yıpranıyoruz her gün, her an. Yüreğimiz ağzımızda. Barışa hasretiz. Olan bitene kayıtsız kalmıyorum, benim işim yazmak, hep kelimeler aracılığıyla dile getiriyorum fikirlerimi, eleştirilerimi. Köşe yazılarımda, twitter’da…
>>>>Yunus üzerinden farklılıkları görüyoruz; emek, işçi, sömürü dünyasına girerken aslında tahammüle de tanıklık ediyoruz... Bugün böyle bir tahammülden söz edebilir miyiz?
Yunus ile o dönemin solcu gençleri arasında geçen maceraları çok severek, hissederek yazdım. Yunus benim için derviştir bir anlamda. Doğuştan derviş kalbi taşıyanlardandır. Onun öyle güzel bir gönlü var ki. Romandaki solcu gençler haksızlıklara, eşitsizliklere dayanamayan, hep sorgulayan, radikal bir değişime inanan gençler. Yunus ile farklı noktalardan geliyorlar ama çok kolay diyalog kurabiliyorlar. Bugün ne yazık ki bu çok azaldı.
>>>>O yıllarda devrimci olmak başka bir ruh haliydi, devrimcilik büyük bir misyondu, evde oturup hayal kurmak yerine sokakta olmak vardı, isyan kaçınılmazdı. Bugün bohem insanların dünyasında devrimciler var. Böyle bir farkı siz nasıl yorumluyorsunuz, var mı gerçekten?
1970´lerde solcu olmak, asi olmak, tutkulu ve idealist ve devrimci olmak bambaşka bir anlam taşıyordu. Şimdi bu yok. Ama değişim inancı, değişim ihtiyacı bakidir bence. Her dönem kendi idealistlerini, kendi düşünürlerini, kendi Don Kişotlarını yaratır.
Umut tam da umutsuzluğun olduğu yerde gerekli
>>>>Bugün gazete manşetlerinde şiddetten başka bir şey okumuyoruz. Ama barış söylemi de dilden düşmüyor. Bu kadar çok acının içinde yaşayıp yazmak sizi nasıl bir sorgulamaya götürüyor?
Barış söylemi dilden düşmemeli zaten. Onu yitirirsek neye tutunabiliriz ki? Umut tam da umutsuzluğun olduğu yerde gerekli. Barış ideali tam da kavga, gerilim, husumet ve şiddet ortasında lazım. Aşk tam da hoyratlıkların, sevgisizliklerin, nefretlerin olduğu yerde telaffuz edilmeli. Yoksa çıkamayız bu cendereden.
>>>>Hâlâ Türkiye’de bizi şaşırtan olaylar olmaya devam ediyor. Irkçılık,şovenizm, milliyetçilik; alt kültür, üst kültür… Bunca kavram kargaşasının içinde boğulduğunuzu düşünüyor musunuz?
Bir kavram kargaşası yaşadığımız doğru. Derinlemesine öğrenmek, araştırmak yerine çalakalem yazmak, üstünkörü kulaktan dolma bilgilerle değerlendirmek daha pratik geliyor. Nüansları görmüyoruz nice zamandır. Genellemeler yapmak kolayımıza gidiyor. Edebiyatçının işi nüanslar. İncelikler.
>>>>Gurbet ve sıla arasında nasıl bir yerde duruyorsunuz? Hep göç mü edeceksiniz?
Ah bir bilsem! Bunca göçebelik sanat için iyi bir şey ama sanatçı için yorucu…
Söyleşi: Gülşen İşeri
BİRGÜN
09 Ekim 2011
|