Elif Şafak, okurlarını anlattı: “En uzak olduğumuzda bile yeterince yakınız…”
Elif Şafak’ın internette dolaşan bir videosu var. Katıldığı TED konferansında çekilmiş. Orada öğrendim ilk defterini “akıl sağlığından kuşkuya duyduğu bir gün” annesinin hediye ettiğini. Belki biraz kendi çocukluk hallerime benzettiğimden ona ilk önce bunu sordum: “Kendi kendine konuşan, içine kapanık ve yalnız bir çocuktum” diye cevap verdi. “İyi bir gözlemciydim ama daima kendi içime dönüyordum, zihnimdeki hayali karakterlerle muhabbet ederek… Annem baktı ki tuhaf bir çocuğum, bana bir defter alıp ‘Günlük tut’ dedi, “Yaz bu konuştuklarını”. Sekiz yaşından beri yazıyorum ben de…”
“Yazmak iyileştiriyor mu insanı” diye soruyorum. “Yazmak, evet. Ama okumak da… Konuşmak. Ama dinlemek de… Kendi fikirlerimizi geliştirmek. Ama başkalarının fikirlerine saygı duymak da… Bence böyle mümkün kalben, zihnen ve ruhen büyümek, zenginleşmek. Yoksa kurur kalırız aynılıklar, tekerrürler içinde…”
O videoda anlattığı başka bir şeyi daha hatırlıyorum. Tabiatla bağları kuvvetli biri olan anneannesi, yok etmek istediği siğillerin çevresine kalemle halkalar çizermiş. Şafak, “bir insanı, bir düşünceyi, bir duyguyu, bir korkuyu yok etmek için etrafına bir duvar örmek gerektiğini, etrafına duvar örülen şeylerin kendi içinde kuruyup kalacaklarını” öyle öğrenmiş.
Mahrem, Pinhan, Şehrin Aynaları, Bit Palas, Araf, Aşk ve İskender’in yazarı Elif Şafak’la internet ve özgürlüklere dair konuşacağız. O halde burası iyi bir başlangıç…
Gülenay Börekçi
Bir görüşe göre, internet herkesin sınırsızca özgür olabildiği bir yer. Bir başka görüşe göreyse, bir ülkede özgürlük ne kadarsa, internette de ancak o kadar olabilir. Siz ne düşünüyorsunuz?
İfade özgürlüğü çok önemli ve başat; vazgeçilmez bir hak. İnternet ve özgürlük ise, tüm dünyada tartışılan ve henüz tam çözülememiş bir mesele. Çünkü teknoloji, yasalardan ve zihinlerden daha hızlı değişiyor, gelişiyor. Toplumlar ve sistemler hep arkadan yetişmeye çalışıyor.
Geçen yıl William S. Burroughs’un bir romanının yasaklanması üzerine çok acayip bir şey olmuş, internet sitelerinin adlarında geçmesi muhtemel binlerce kelime yasaklanmıştı. Aralarında “beat” kelimesi de vardı. Kelimelerden niçin korkuyorlar?
Kelimelerden korkuluyor, çünkü kelimeler dünyalar yaratır. Halbuki kelimelerin yasaklandığı bir yerde ne sanat gelişebilir, ne yaratıcılık, ne edebiyat.
Gerçekte korkmamız gerekenler neler?
“Benim gibi düşünmeyene tahammülüm yok” tavrı.
“Kitaplardan kurtulabileceğinizi sanmayın” diyen Umberto Eco’ya göre 20-30 yıl sonra dünyada kitap koleksiyonculuğu diye bir şey kalmayacak. İnternet ve dijital medya sizin kitaplarla ilişkinizi değiştirdi mi? Mesela elektronik kitap okuyor musunuz ve okuduğunuzda aynı tadı alıyor musunuz?
Çok değil ama elektronik kitap okuyorum. Tabii fiziksel açıdan da, ruhsal açıdan da kitabın yerini kolay kolay alabilecek bir şey değil. Öte yandan hızla gelişen bir alan var orada. Formatın değişmesi bizi o kadar kaygılandırmamalı. Biçimler değişir. Değişti de yüzyıllar boyu… Ama önemli olan hikayelere, kitaplara, romanlara olan ihtiyacımız. Çok yaşamsal bir ihtiyaç bu, değişmez bence.
İnternetin yazarlar ve okurlar açısından yeni bir damar yarattığını söyleyenler var. Siz ne dersiniz?
Ben ayrıntıya çok düşkün biriyim. Yazarken binlerce ayrıntı araştırırım. Benim için internetin böyle bir önemi var. Ama internetten bilgilenirken de seçici olmak lazım, ortada bir sürü yalan yanlış yahut yüzeysel bilgi de dolaşıyor çünkü.
İnternette dergiler çıkaran, bloglar yayınlayan, online olarak yaratıcı yazarlık dersleri veren ünlü bazı yazarlar var. Siz internetle alakalı bu tür daha geniş kapsamlı projeler hayal ediyor musunuz?
İnterneti takip ediyorum, ilgileniyorum da. Ancak şöyle bir tehlikesi var bu mecranın, bu kadar interaktif işlere girişince; yazmaya, yalnızlığa vakit kalmıyor. Halbuki biz yazarlar yalnızlıktan besleniyoruz. Onu ihmal etmemeli.
Sosyal medyayı sık kullandığınız ve diyelim ki Twitter’da iki dilde yazdığınız için sıkça eleştiriliyorsunuz… Sosyal medya bir yazar için neden gereklidir?
Sosyal medyayı seçerek kullanıyorum, yüreğime yakın gelen işleri üstleniyor, başka projeleri kabul etmiyorum. Twitter’da iki dilde yazıyorum, çünkü dünyanın her yerinde takipçilerim var ve hiçbir takipçi bir şey kaçırmasın istiyorum. Keşke başka dillerde de yazabilsem. Bilseydim, yazardım. O yüzden eleştirileri çok haksız buluyorum.
İnternette başlayan tartışmalarda insanlar birilerini suçlamanın cazibesine çok kolay kapılıyor. Niçin internet söz konusu olduğunda bu kadar kolay alevleniyoruz? Sizse hep sakinsiniz. Twitter hesabınızda, sizi eleştirenlere bile nezaketle cevap verebiliyorsunuz.
Çok çabuk sinirlenen, sinirlenmeyi seven bir toplumuz. Hemen herkes kızgın. Anında parlıyor, anında yargıya varıyoruz. Üstelik bilmeden, karşıdakinin dediklerini yahut demediklerini doğru dürüst anlamadan… Bu çok zedeliyor ruhumuzu.
Twitter’da en çok takip edilen yazarsınız. Takipçilerinizin sayısı 500 bini aştı. Okurlarla yazışmak sizi onların gözünde erişilebilir kılıyor. Bu temelde içe dönmeyi gerektiren bir uğraş olan yazarlığa zarar verir mi? Vermemesi için ne yapıyorsunuz?
Özel şeyler yazmıyorum Twitter’da, yani “filancayla oturup yemek yedik” türünden mesajlar yok. Daha ziyade fikirler, eserler üstünde duruyorum. Felsefe, sanat, edebiyat ve hayattan mesajlar… Bir de seçici davranıyorum. Hem yakın hem uzak… Hem var hem yok… Sevdiğim bir denge.
Madalyonun bir de öteki yüzü var: Okurunuz da sizin gözünüzde artık soyut bir varlık değil, ismiyle, cismiyle, kitaplarınız hakkındaki olumlu olumsuz görüşleriyle somutlaşmış durumda. Bu size yazar olarak ne katıyor?
Ben okurlarımdan ilham alıyorum. Onların sevgisi, muhabbeti, dürüstlüğü ve eleştirileri benim için önemli. Bilhassa kadın okurlardan gelen mesajlar o kadar güzel ki… Onlara çok kıymet veriyorum.
Geçenlerde Londra’da bir kafede imza gününüz varmış. Kafe sahibi kalabalığı görünce, “Yaşasın bugün şanslı günümdeyim” demiş. Yurtdışındaki okurlarınız sizinle internet üzerinden iletişime geçiyorlar mı?
Hakikaten dünyanın her yerinden yazanlar oluyor. Geçenlerde beni çok duygulandıran bir mektup aldım mesela, Amerika’dan. Kitaplar aracılığıyla tanışan ve şimdi evlenmeye karar veren bir çift, benim romanımı okurken çekilmiş bir fotoğraflarını yolladılar, bir de anılarını anlattılar. Bunlar çok güzel şeyler. İnsanlar benimle sadece kitaplarım üzerine yorumlarını değil, kitaplarımın hayatlarına nasıl girdiğini, onları nasıl etkilediğini de paylaşıyorlar.
Elif Şafak okurlarının bir ortak dili var mı? Demek istediğim, zaten konuşuyor oldukları dillerin haricinde bir dilde konuşuyorlar mı?
Hayır, okurlarımın ortak bir dili yok. Onlar her kesimden, her fikirden, her konumdan… Ben bu çoğulluğu seviyorum. Ama elbette ortak bir bilincimiz var: empati. Kendini bir başkasının yerine koyabilme yeteneği, kibirden uzak durma gayreti, anlama çabası, kendini fazla ciddiye almama ve kainatı sevebilme yeteneği… Bunlar, bizim ortak bilincimizi oluşturuyor.
Geçenlerde Egoist Okur’da korsan kitapla ilgili bir yazı çıktı. Baskınlar yapılıyor, korsan kitaplar toplanıyor ama Yayıncılar Birliği’nin bu yüzbinlerce kitabı ve matbaa makinelerini koyacağı bir yeri, deposu olmadığı için baskında ele geçirilen her şey yeniden korsancının eline bırakılıyor… Ama beni üzen ve şaşırtan bir şey oldu, birileri internet üzerinden o yazıya saldırdı. Çok az kitap okunan bir ülkede korsan da olsa kitap okunması iyi bir şeymiş, kitapları zaten çok satan yazarların daha fazla kazanmak hırsları yüzünden korsancılarla uğraşması saçmaymış. O gün yanlış bazı fikirleri bile ne kadar kolay savunulabildiğine şahit oldum. Korsanla savaş konusunda siz ne düşünüyorsunuz? Yayıncılığımıza nasıl bir darbe vuruyor?
Bunlar öyle bilinçsizce gösterilen tepkiler ki. Eskiden korsan kitap öğrencilerin ucuza kitap alabilmesi anlamına gelebiliyordu. Artık böyle değil. Tamamen bir endüstri oldu. Üstelik sadece yazarları etkilemiyor. Hatta belki en az bizi etkiliyor. Asıl etkilediği, okurlar. Bir kere, korsan yüzünden yasal kitap fiyatları düşmüyor. Basit bir örnek vereyim: Bir korsan kitap matbaası basıldığında, oradaki bütün kitaplar bir depoya kaldırılıyor ve mahkeme başlıyor. O mahkeme sonuçlanana kadar korsan kitapların durduğu deponun kirasını yayınevi ödüyor, haliyle de bu masrafı kitap fiyatlarına yansıtıyor. Yayınevinde çalışan şoförden editöre, çevirmenden kapak tasarımcısına ve en önemlisi okura kadar herkesin cebinden çalıyor korsan.
Kitapları çok satan bir yazar olmak büyük bir şey. Bir edebiyatçıyı daha fazla ne mutlu edebilir, bilmiyorum. Ama bu, özellikle bizim ülkemizde, saldırılara da açık olmak anlamına geliyor. Kendinizi nasıl koruyorsunuz? Bütün bu uğultudan uzak yaşamanın ve yazmanın bir yolu var mı?
İki şeyi birbirinden ayırmak lazım. Bizde elit kesim içinde bazı adacıklar tepkisel ve saldırgan. Okur, yani gerçek okur ise, kitabı alıyor, sevdiyse etrafındakilerle paylaşıyor. Bu konuda gayet dürüst ve dolaysız… Elit kesimin adacıkları her şeye çamur atmayı seviyor. Çünkü ne başkasını ne kendini seviyor. Onlara kalsa, bu ülkede hiçbir şey yapılamaz.
egoistokur
|