Elif Şafak: Güneş parçası anlamına gelen ´Şemspare´yi enerjisini, kulaktaki melodisini ve en önemlisi mânâsını sevdiğim için seçtim. "Eski" kelimelere oldum olası sevdam var
Türk edebiyatının en üretken, en disiplinli çalışan yazarlarından biri olan Elif Şafak yeni bir kitaba daha imza attı. Bu hafta raflara çıkan ‘Şemspare’ yazarın gazete yazılarından derlenmiş. Gazetelerde telaş içinde okuduğumuz, kimi zaman sadece göz gezdirebildiğimiz kimi zaman öykü, kimi zaman deneme tadındaki yazıların yer aldığı ‘Şemspare’ yaz aylarının keyifle okunacak kitapları arasında olacak gibi görünüyor. Elif Şafak’la buluşup kitabın öyküsünden özel yaşamına merak edilenleri konuştuk.
Yeni kitabının adını duyanlar, Elif Şafak’ın Şems hakkında yazdığını zannediyorlar. ‘Şemspare’nin anlamı nedir ve neden böyle bir ad seçtin?
Şemspare “güneş parçası” demek. Enerjisini, kulaktaki melodisini ve en önemlisi mânâsını sevdiğim için seçtim. “Eski” kelimelere oldum olası sevdam var, öteden beri böyle. Kelime eskimez aslında. Olsa olsa yaşlanır. Yaşlanan bir insana hürmet ediyoruz, yaşlanan bir kelimeye niye etmeyelim? Kitapta şöyle bir söz var: “Gönülden yazılmış her roman, her hikâye, her kelime bir şemsparedir, güneş parçası.” Tekdüzeliklerin, tekrarların ve griliklerin içinde bir ışık huzmesi gibi süzülür, parlar; bize buradan öte’si olduğunu anlatır.
‘Şemspare’ birbirinden bağımsız köşe yazılarından, denemelerinden oluşuyor ama bir araya geldiklerinde ilginç bir bütünlük oluşturmuşlar, birbirinin devamı gibi okunuyor. Nasıl bir kurgu yaptın?
Seçim yapmak belki de en zoruydu. Çünkü yüzlerce yazı var, bunların arasından belli temalar etrafında yoğunlaşanları seçtim, kimi yazıları yeniden şekillendirdim. Ve bir ahenk, devamlılık olmasına gayret ettim. Doğru denemeleri yan yana getirmek, okurken kitabın su gibi akmasını sağlamak, bunlar benim için önemli noktalar. öte yandan, bir romandan farklı olarak denemelerin en güzel yanı kitaba herhangi bir yerinden başlayabilirsiniz. Baştan sona okuyabilir, ortasından başlayabilir, sondan basa gidebilirsiniz. O bütünlük bozulmuyor.
İyi bir okurunum, gazete yazılarını da takip ederim ama bu kez bir kitap içinde okuduğumda daha çok keyif aldığımı fark ettim. Buna kitabın büyüsü diyebilir miyiz? Gazeteleri hep bir telaş içinde okuyoruz, haberler, yazılar birbirinin etkisini yok ediyor...
Gazeteleri hep telaş içinde okuyoruz, doğru. Kitap okurken ise algı da tempo da tamamen farklı. Kitabı okuduğumuz saatler kendi kendimizle baş başa kaldığımız, bir an için durup içimize çekildiğimiz nadir anlar. O yüzden çok kıymetli. Belki de en dürüst olduğumuz, en sakin ve acelesiz olduğumuz, hatta en özgür olduğumuz anlar roman okuduğumuz, bir kitabın içinde yolculuğa çıktığımız saatler. Roman, yalnızlıktan beslenen bir sanat. Yazar yazarken yalnız, okur da okurken öyle. Bir de ben açıkçası insanların tek başlarına kaldıklarında daha demokrat, daha hoşgörülü ama başkalarıyla yan yana geldiklerinde hep daha otoriter/tahammülsüz ya da tepkisel olduklarını düşünüyorum. Yani faşizm bir kitle hastalığı, bulaşıcı. Roman ise, insanın o en yalnız ve “özgür ruhlu” olduğu noktayı yakalıyor.
Kadın ve ilişkiler ağırlıklı diyebilir miyiz?
“Kadınlık” ve “kadına yönelik şiddet ve ayrımcılık” ve “aşkın halleri” başat konular ama bunun yanı sıra çok başka temalar var: “kendini aramak,” “kolektivist toplumlarda birey olmanın zorlukları,” “özgürlük duygusu,” “ifade özgürlüğü,” “yolculuklar”, “yaratıcılık”, “Türkiye’de Öteki olmak”....
Bir dönem daha doğrusu akademisyen olduğun dönemde yazılarında uluslararası ilişkiler, siyaset bilimi konuları daha fazla yer alırdı, gittikçe uzaklaşıyor musun politik konulardan?
Politik konulardan uzaklaşmıyorum, hayır. Köşe yazılarımda güncel politika yazıyorum mesela, sürekli değil ama önemli gördüğüm noktalarda muhakkak sesimi paylaşıyorum. Ama kitaba güncel politika yazılarını almadık çünkü bir kitabın daha zamansız bir duruşu var, olmalı. Ben politika üzerine kafa yormayı seven bir insanım. Ama benim politikadan anladığım, kutuplaşmış, partizanca, bir yerlere ait olmak isteyen, öteki arayan bir duruş değil. Bence her meselenin bu kadar kolay politize olduğu, bu kadar çabuk kutuplaştığı bir toplumda esas olan, zor olan, birey olmak ve birey kalmak. Yalnız ve hür.
‘Şemspare’de İngiltere’de çalışan Türkiyelilerle ilgili birkaç yazı var. Göç edenlerin, ikinci üçüncü kuşakların yaşam koşulları , iç dünyaları benim için de hep merek konusudur. Bugüne dek bu konunun derinliğine gözlemlendiğini düşünmüyorum. O yüzden de İngiltere’de yaşayanlarla ilgili yazdıklarını ilgiyle okuyorum. Türkiyelilerin çoğunlukla yaşadığı Kuzey Londra’ya gider misin sık sık?
‘İskender’i yazarken birçok göçmen aile ile sohbet ettim, Türk mahallesinde çok dolaştım. Sadece İngiltere’de değil, Avrupa’nın farklı yerlerinde yaşayan göçmenlerin hayatlarını merak ederim, hikâyelerine kulak veririm. Romanı yazdıktan sonra da birçok etkinliğime gelen göçmenler ve göçmen çocukları oldu. Beni evlerinden ağırladılar. Tüm bunların yansımaları var ‘Şemspare’de. Derin, dokunaklı, düşündürücü hikâyeler, gerçek hayat hikâyeleri… Bence Türk edebiyatı bu konuyu yeterince yazmadı henüz.
Peki yeni bir roman daha geliyor mu bu konuda?
Yok, bir kitap biter bitmez ben bir müddet demlenirim, dinlenirim, hayatın seslerini dinlerim. Sadece okurum, bol bol gözlemlerim. Bir süredir hep bunları yaptım, şimdi içimde pişen bir fikir, daha doğrusu bir his var ama henüz çok erken. Her kitabım bir öncekinden çok farklı oldu. Bu da öyle, şaşırtacak.
‘Şemspare’nin çizgiler ve fotoğraflarıyla görselliği de çok güçlü ve renkli. Hiçbir şeyi ince ince düşünmeden oluşturmayan bir yapın olduğunu biliyorum, bu kitabın ardında da büyük bir prodüksiyon var?
Her kitap için o kadar çok emek sarf ediyorum ki. Sadece ben değil, bu bir ekip çalışması. Kaç insanın emeği var bir kitabın oluşumunda. Ben her zaman şükran duyuyorum birlikte çalıştığım arkadaşlarıma, yani editörlerimden çevirmenlerime kadar. Mesela kapak tasarımını yapan ve gidip o şemsiyeleri tek tek elleriyle sokaklara asan sevgili mütevazı dahi Uğurcan Ataoğlu. Ve tabii ki Türkiye’nin dünyaya kazandırdığı en önemli grafik sanatçılarımızdan M.K. Perker’in muazzam ilüstrasyonları. Onun çizimleriyle bambaşka bir boyut aldı bu kitap.
Elif Şafak okurları ve hayranları kitapların kadar Londra’daki yaşantını da merak ediyor? Bir günün nasıl geçiyor, neler yapıyorsun?
Aslında yazarların hayatları çok sıkıcıdır. Gayet durağan, içine kapanık, bir kozada debeleniyoruz. Bunu pek dillendirmeyi sevmiyoruz ama hakikat bu. Yani tamam bir sürü şey yapıyoruz hatta yetişemiyoruz, en azından kendi adıma böyle, ama özünde yalnız, içine kapanık bir hayat sürüyoruz. Birçok insan sıkılır, bunalır sanırım bir yazarın hayatını bir hafta yaşamaya kalksa.
Aslında her geçen yıl Elif Şafak’la okurları arasında daha yakın bir ilişki olduğunu daha doğrusu eskisinden çok daha fazla kendine dair ayrıntıları paylaştığını düşünüyorum ve çok hoşuma gidiyor kendini anlatış tarzın, bizim edebiyat dünyasında pek sık rastlanmayan bir durumdur, Selim İleri gibi birkaç isim dışında...
Eskiden daha ketumdum, doğru. Hoş benim bir yanım hep ketum... Ama okurlarla bağım konusunda haklısın. Seneler içinde daha iyi kavradım önemini. Okurun, hakiki has edebiyat okurunun varlığı bizim için o kadar önemli ki. Oradan enerji ilham alıyoruz. Elit kesim birbirini didiklerken, okurun hiç böyle bir derdi yok. Okur bir kitabı sevdiyse seviyor, sevmediyse sevmiyor, bu kadar net bir duruşu var. Elit kesim arasında ise çok fazla dedikodu, yıpratma söz konusu, her şey kişisel. O diken diken ortamlardan hazzetmiyorum. Okurun sesine ve eleştirisine ise çok kıymet veriyorum.
‘Birlikteliklerin de kendine has bir dili, bir kitabı var’
Evliliği geleneksel kalıplar içinde düşünenler ayrı kentlerde yaşamanın ilişkiyi bozacağını düşünür, ki ben tam tersi monotonluğu ortadan kaldırdığını düşünüyorum, sizin evliliğinize nasıl bir etkisi oldu?
Biz zaten başından beri evliliği geleneksel kalıplar içinde algılamadık. Bizim evlenme biçimimiz de öyle. Ne bir tören var ortada ne bir gelinlik. Ne Eyüp ne ben klasik anlamda evlilik yanlısı tipler değiliz. Berlin’de evlendik, sonra ben Arizona’ya gittim ve uzunca bir müddet Arizona-İstanbul arasında mekik dokuduk. 26 saat uçak yolculuğu. Çok zordu, delilikti ama yaptık. Nasıl farklı farklı insanlar ve hayatlar varsa dünyada, birlikteliklerin de kendine has bir dili, bir kitabı var. Her çiftin kendine göre bir hukuku var bence....
Çocuklarınız da seninle beraber, onlar yeni yaşantılarına uyum sağladılar mı, neden buradayız diyorlar mı? Özellikle Zelda büyüdü, kızlar babalarına bağlıdır...
Çocuklar benimle, evet. Çalışan birçok kadın gibi ben de iki kat didiniyorum annelik ile işimi dengeleyebilmek, bütünleyebilmek için. Eyüp düzenli olarak gelip gidiyor, kalıyor. Biz gelip gidiyoruz. Adeta iki şehirde iki düzen kurmaya gayret ediyoruz. Bir yanıyla güzel, zenginleştirici, bir yanıyla çok zor ve yıpratıcı. Dışarıdan kolay görünüyor bazısına ama değil.
Bu yaz nasıl geçecek, yazarak mı, okuyarak mı, tatil yaparak mı?
Ben “tatil gibi tatil” sevmiyorum. Hatta feci mutsuz oluyorum, böyle güneş-deniz-kumsal üçlüsü var ya, depresyona giriyorum öyle ortamlarda. Onun için “tatil gibi olmayan bir tatil” ve bol bol okumak en güzeli…
Söyleşi: MÜGE AKGÜN
Fotoğraf: MUHSİN AKGÜN
Radikal Kitap
29/06/2012
Radikal
|