Öncelikle, “erkek” ya da “kadın” gibi kavramların mümkün olduğunca çoğul ve esnek kullanılması gerektiğini düşünüyorum. Aksi takdirde, sanki sadece tek bir “kadınlık durumu”; ya da tek ve yekpare bir “kadın” varmış gibi bir izlenim doğuyor. O zaman da erkek yazarın, “tanımı gereği”, bu kadını anlatması mümkün görünmüyor. Oysa ortada “kadın” ve “erkek” değil; “kadınlar” ve “erkekler” var. Farklı farklı kadınlık halleri, kadın kimlikleri, kadınsılıklar var. Üstelik bütün bunlar ancak ve ancak bir cinsiyet ilişkileri ağı içinde tanımlanabiliyor. Bir başka ifadeyle, kadınlık rollerini biçimlendiren cinsiyet ideolojisi, erkeklik rollerini de biçimlendiriyor. Benzer şekilde bu ideoloji sadece kadınların değil, erkeklerin de hareket ve meşruiyet alanlarını kısıtlıyor. Keza, cinsiyet ideolojisi her iki cins tarafından sürekli ve sürekli yeniden üretiliyor. Bu anlamda birbirinden ayrı ve kopuk, kendi içinde sabit ve yekpare olan bir “erkek” ve “kadın” kimliğinden bahsetmek mümkün görünmüyor.
Peki insan sadece olduğu ve bildiği şeyi mi yazar? Ya da insan sadece olduğu ve bildiği şeyi mi yazmalı? Hiç sanmıyorum. Ben ilk romanımda heterodoks ve hermofrodit bir dervişi anlattım. Bu ben değilim. İkinci romanımda Yahudileri anlattım. Ben Yahudi de değilim. Eğer olduğum yerden çıkmamak gerekiyorsa bu romanları da hiç yazmamış olmam gerekiyordu. Oysa tam tersine edebiyat bu tür sabitlemeleri kırmamıza imkan sağlayabilir.
Kısacası bir yazar “olmadığı şey”i yazabilir. Belki de eninde sonunda o “olmadığı şey”e aslında ne kadar yakın olduğunu görmek için. Dolayısıyla tabii ki erkek yazarlar kadınları anlatabilir ve zaten anlatıyorlar da.
Erkeklerde ayrı, tamamen yalıtılmış, salt kendi için ve kendi içinde var olan bir kadınlık var mı? Hayır. Dolayısıyla böyle bir kadınlığın edebiyatı da yok.
Kadın olmam beni ben yapan onlarca unsurun içinde başat bir rol oynuyor. Benim dünyaya bakışımı ve keza dünyanın bana bakışını biçimlendiriyor. Bu anlamda kadın olmam elbette dilime, yazdıklarıma, yazarlığıma yansıyor. Ancak ben bu kavşakta sabitlenmek ve “kadın yazar” olarak tanımlanmak istemiyorum. Benzer şekilde “tarihi roman yazarı” ya da “genç yazar” veya “postmodernist” olarak değerlendirilmek de anlamlı gelmiyor bana.
Edebiyat, içine doğduğumuz cinsel kimliğin sınırlarını kurcalamak için müthiş yollar açar önümüze. Bu açıdan bakınca, “kadınsı” yazan bir erkek yazarı daha büyük bir keyifle okuduğumuzu fark edebiliriz. Bu “yerinde duramama hali” onun diline, yazdıklarına, hikayelerine yansır. Ve daha zengin bir yapı çıkabilir ortaya.
Açıkçası ben erkek yazarların “erke edebiyatı” yaptığını düşünmüyorum. Dolayısıyla kadın yazarların da bunu yıkmak için alternatif bir kadın edebiyatı oluşturmaları gerektiğine inanmıyorum. Sorgulamamız gereken nokta dilimize, hayal gücümüze, dünya görüşümüze mührünü vuran cinsiyetçi ideoloji ve onun fallus merkezciliğidir. Özellikle Fransa’da postyapısalcı gelenekten ve Lacan’cı okuldan etkilenen pek çok feminist yazar bu konuda müthiş güzel çalışmalar yaptılar. Dilin mantık-merkezci yapısı ile fallus-merkezci yapısı arasındaki bağlantıyı gözler önüne serdiler. Birini sorgulamanın yolunun ötekini de sorgulamaktan geçtiğini gösterdiler. Ben bu tür çalışmaları çok önemsiyorum. Ancak burada bir ayrımı kaçırmamak gerekiyor. Dilin fallus merkezciliğini sorgulamak ayrı bir şeydir; erkek yazarların kadını anlatamayacağına inanmak ya da kadınların yaptığı bir kadın edebiyatını şiar edinmek ayrı bir şeydir. Ben, ilkinden yanayım.
Kanımca, erkek yazarlarımızın biraz daha kadınsılaşmaya ihtiyaçları var. Benzer şekilde kadın yazarlarımızın da kadınlık hallerini sevmemeye ihtiyaçları var. Bu sorgulamadan çıkacak sonucun gerek dil, gerekse içerik bakımından edebiyata olumlu etki bırakacağını düşünüyorum.
E Dergisi, Sayı 12, Mart 2000
|