Elif Şafak ın en ayırt edici özelliği kullandığı dil. Anadilini yeniden keşfederken sözlüklerle girdiği yakın ilişki, ardından dinler tarihi ve sufizm üzerine yoğunlaştığı üniversite yılları Elif Şafak ın masalsı dilini beslemiş. Çok eski zamanlardan çıkıp gelmiş, günlük dile ya da eski edebi yapıtlara hapis kaldığını düşündüğümüz sözcükleri kullanarak yoğun, kendi metaforlarını üreten, her biri birer anlam yumağı cümlelerle örülü bir dil kullanır. Öyle ki, insana iyi ki yazar değilim, yoksa hasedimden çatlardım dedirtir.
Elif Şafak ın romanlarını sırf bu özelliğinden dolayı her hangi bir yerinden açıp okumaya başlayabilirsiniz. Vereceği lezzet garantilidir. Yine bu özelliğinden dolayı insan okuduğu romanın ne kadar roman olduğunu da düşünmeden edemez. Sanki, yazar dille girdiği ilişkiden öylesine büyülenmiştir ki, esas amacı o güzel sözleri söylemektir. Kurgu, karakterler, olaylar hep sözü bir roman boyutunda sürdürebilmeye araç edilmiş gibidir. Ama ne içinizdeki bu tereddüt ne de o yüklü dil sizi elinizdeki metinden uzaklaştırmaz. Çünkü Elif Şafak, ayrıntıları, kişileri, durumları, ruh hallerini, hayvanları objeleri uzun uzun cümleler, unutulmuş ya da yazıya pek az geçmiş sözcükler, şaşırtıcı anlamlarla yüklü üstelik kendine özgü sesi olan tamlamalarla keyifli keyifli anlatır durur. Tam kendinizi kaptırmış giderken her durum bir diğerine, bir başka zaman ötekine, bölümler bölümlere pat diye değil, ama ilginç bir ayrıntı ya da durumla teğellenir.
Yeni romanı Bit Palas ta dili biraz daha ekonomik kullanıp geriye itmiş Elif Şafak. Roman, sayıları neredeyse otuzu bulan tip ve karakterlerle öne çıkıyor. Her biri son derece canlı, son derece acıtıcı karakterler. İstanbul un bir orta sınıf semtinde geziniyor. Çöp kokusu ve hamam böceklerinden mustarip Bonbon Palas ın sakinlerini anlatıyor. Herbiri ilginçliğini, kapısının ardına gizlediği trajedisinde saklayan insanlar bunlar. Kuaför Cemil ve Celal kardeşler, Mavi Metres, Madam Teyze, Ben, Hijyen Tijen, Hacı Hacı gibi apartmanın farklı dairelerindeki karakterler bir yandan yaşamaya, bir yandan çöp kokusundan kurtulmaya çalışıyorlar...
Romanın ilk ve son bölümlerinde Elif Şafak doğruyu ve yalanı çizgisel olarak tanımlayıp dairesel olan saçmalık ta söz ediyor. Yaşamlarına bakarken kaderle son derece içli dışlı olan, ama ona karşı bile dürüst davranamayan insanları anlayabilmek için de gönlünü dairesel olandan yana koyuyor...
Elif Şafak, önceki üç romanında olduğu gibi yine marazdan edebiyat keyfi çıkartmış. Bu bakımdan da berbat olanı bal gibi bilen, hayatı da bal gibi yaşayan günümüz okuruyla çok iyi ilişki kurabilecek. Hayatın artık herkes tarafından bilinen pis kokularını, haşerelerini deşip duran Elif Şafak da buna işaret ediyor zaten: Belki de pislik, sandığımız kadar pis değil...
- Kitabın arka kapağında yer alan slogan, Bit kadar küçük bir fikir geldi aklıma . Bu fikir neydi? - Bazen çok basit olduğunu düşündüğümüz şeyler yaparız ve bunların son derece malum sonuçları olduğunu var sayarız. Ama yaptığın bir şey, halkalar halinde başkalarının hayatını etkiler. Kitapta da böyle bir ilişki kurmaya çalıştım. Hiçbirimizin hayatı birbirimizin hayatından yalıtılmış değil!. Klasik Liberal öğretide olduğu gibi birimizin özgürlüğünün başladığı yerde, başkasının özgürlüğü biter fikrinden hareket edercesine, kendi alanlarımızı bir başkasının yaşam alanlarından ayırabileceğimizi düşünüyoruz. Öyle olmadığını gösterme çabası vardı. Ben bir şey yaptığımda, bu ne kadar küçük bir şey olsa da, mesela romandaki karakterin duvara o çöp yazısını yazması, onun tetiklediği olaylar bir sürü başka şeylere ve hatta belki bir felakete yol açacak. Ama o felaketten sen ne kadar sorumlusun, ne kadarını kadere atfedebilirsin, bunlar tartışılacak konular. Benim için önemli olan hiçbirimizin hayatının ötekinin hayatından yalıtılmış olmadığı. - Kitap 1 Mayıs 2002 de başlıyor. Nisan da çıktığı için tam da kitabı okurken insanların kendini içinde bulacakları bir tarih belirlenmiş ve altı çizilmiş. Tesadüf değil her halde? - Hayır, orada bilinçli bir tercih var. Kitapla birlikte bu hikayenin de akıp gideceğini düşündüm. Çünkü olmuş bitmiş bir hikayeyi değil, tekrar tekrar yaşanabilecek bir hikayeyi anlattım. O yüzden de yaşanabilecek bir geleceğe atfettim onu. - Fortuna kavramı romanın belkemiği, bizdeki kader gibi bir kavram... - Fortuna, Batı düşüncesinde türemiş bir kavram. Kilise babalarının öğretilerinde çok fazla var. Dinler tarihine çok meraklıyım, bu konularda okumayı ve düşünmeyi seviyorum.. Ama çok benzer bir şey bizde de var... Bizim kadere atfettiğimiz şeyle Batı nın Fortuna ya atfettiği şey arasında çok benzerlikler var. İki farklı kültürde de yaşadığımız hayattaki bütün adil unsurları tanrıya, başımıza gelen tüm haksızlıkları ise dünyevi ama dişil, muhakkak kadınsı, hatta hafif kaltak yani tekinsiz bir kadına atfediyoruz. Biraz bu kavramla oynamaya çalıştım. - Yatay çizgi, dikey çizgi ve çember... Manchevski nin Yağmurdan Önce filminde ilk kez çarpıcı biçimde karşımıza çıkan bir kavram oldu çember. - O film benim çok etkilenerek izlediğim bir filmdi. Ama tabii bu Yağmurdan Önce ye özgü bir şey değil. Şöyle geri çekilip bir baktığımızda ben mistisizme, heterodoksiye çok büyük ilgi duyuyorum, diğer romanlarımda da vardır bu damar. Onların nesini seviyorum, döngüselliği. Benim master tez çalışmam da bu döngüsellik ve onun sonuçları üzerine. Çünkü döngüsel bir evrenin zaman ve mekân anlayışı farklıdır. Yaşam ve ölüm anlayışı farklıdır. En basit kodlarla bakarsak çizgisel bir zamanda ne vardır, şu anda yaşadığın hayattan ötürü, hatalarını günahlarını tartar ve gelecek seni yargılar. Bu sana başka bir yaşam tarzı verir. Başka kriterler. Ama döngüsel alemde eğer çembere herhangi bir yerinden dalabilirsen, yani mutlak ölüm yoksa" insanların algıları değişir.. Cennet cehennem tasavvurları değişir, hatta ortadan kalkar. O anlamda cezalandıran ve yargılayan tanrı kalkar, günah kalkar, günahkâr kalkar... Ben o döngüsel zihniyeti seviyorum. - Bütün yalanlar, riyalar doğru denilen çizgiselliğin içinde. - Dikey aslında bir apartman, bir gökdelen, dikey yaşamındaki her aşamayı kat kat üst üste inşa etmek, sürekli bir şey olmaya çalışmak. Akademide bunun izleri çok görülür. Önce asistan olursun, doktor olursun, doçent olursun, profesör olursun, illa ki bir şey olursun...
Yatay nedir, geçicilik bana yatayı çağrıştıran, otel odaları sürekli daha göçebe bir yaşam tarzı, bir türlü bir yere yerleşememek. Ben bunu yapabilecek kadar kendimi cesur bulmuyorum. - Üst üste bina edilen herşey ve hatta ilerleme güdüsü yalanı içeriyor o zaman. - Ben üniversitede ders veriyorum ve herkes bir şey olmak üzere yaşıyor. Kafası karışık insan yok, herkes beş sene sonra nerede çalışacağını planlamış. Bu kadar planlanmış hayatlar bana yalan geliyor. Hiç liğin bir felsefesi var ve o yabana atılır birşey değil. Yaşadığımız sistemde bunu ne kadar uygulamaya geçirebiliriz, geçiremeyiz bilemiyorum. Hiç olmazsa o yatayla dikeyi harmanlayıp döndürebiliriz diye düşünüyorum. Yoksa salt bir hiçlik noktasında durabilir miyim, durabilecek kadar cesur muyum, kendi adıma da şüpheliyim; ama o damara da çok büyük sempatim var. Aslında bütün romanlarımda bunu öne çıkartmaya çalışıyorum.
Bir yandan da saçmalığın bana sağladığı özgürlüğü seviyorum. Çünkü akıl, aklı akılla çözmek bazan çok sınırlayıcı bir şey olabiliyor. Saçmalık, delilik bence bir romana başlamak için iyi bir yer. - Yaklaşık otuz kadar tip ve karakter var. Bunlar ustalıkla biçimlendirilmiş. Her biri son derece canlı ve etkileyici. - Bizde romanın gelişimini takip ettiğinizde kişiliklerin yeterince derinlemesine ele alınmadığını görürsünüz. Tanpınar da hep bunu vurgular. Çünkü özellikle erken dönem romancılar birer misyonla yazmaya çalışmıştır. Bir kere bir ön kabul var. Yazar, okurdan daha fazla şey biliyor. Ne biliyor, doğruyu yanlıştan ayırdetmeyi biliyor. Bunu okura göstermeli. Yazarla okur arasında kurulan bir hiyerarşi, o noktadan itibaren de yazarın kendisine seçtiği bir misyon var. Dolayısıyla bütün tipler bir şeyleri temsilen oraya konuyor. Kendi kişilikleriyle gelmiyor, kendi kendilerini var etmiyorlar önceden yazar tarafından birer misyonla oraya atanıyorlar. Tanpınar keşke biz de de günah çıkartma geleneği olsaydı diyor bu konuda. Yazar kendiyle hesaplaşsa, kendini didiklese belki daha gerçekçi tipler çıkartacak ortaya. Ama biz daha yukarıdan inme biçimde tipler yaratıyoruz. - Romandaki herkes bağımlılık ya da saplantı sahibi. Alkol, evham, temizlik, yalnızlık gibi... Bu saplantıların nasıl bir rolü var romanda. - Benim dört romanımın da bu kitapta izlerini sürmek mümkün. Görünenle görünmeyen, zahiri ile batini arasındaki farkı çok önemsiyorum aslında. Görüntünün altında başka dinamikler yaşıyor. Bütün takıntılarımızı eve saklıyor, göstermemeye çalışıyoruz. Kamusal alanda sakladığımız yüzler var. Ben o görünmeyeni göstermek istedim bu romanda. - Bonbon Palas la içinde yaşayanlar arasında bir benzerlik var mı? - Bonbon Palas ın mimarisi Art Nouveau tarzında. Onu bilerek seçtim. Aslında dönem olarak; biraz gecikmiş ama bilerek kullandım. Çünkü Art Nouveau da her kat dışarıdan baktığın zaman ayrı bir kat gibi tasarlanır. O benim için hoş bir metafor. Bütün bu insanlar hem aynı mekânda yaşıyorlar hem de hiçbiri aynı mekâna ait değil. İçte yaşanan, o apartmanın katları arasındaki kopukluk, dış cepheye de yansıyor.
Apartmanla ilgili benim önemsediğim şey, ilk bölümlerde söylendiği gibi eğer asansörler sadece katlar arasında gidip gelmeseydi, daha aşağılara da gidebilseydi o zaman sürdürdüğümüz hayatın gerçek yüzünü görebilecektik . Altı mezarlık olan evlerde sanki hiç öyle değilmiş gibi yaşıyoruz. Alt kattaki mezarlığı üste çıkarmak görünür kılmak çabası benimki. Bu böcekler için de öyle, çöp için de. Benim için temel ayrımlardan bir tanesi iç dış ayrımı. Mesela evi algılayış biçimimiz. Ev temizdir, tekindir; dışarısı ise tekinsiz ve güvensiz olandır; çünkü dışarısı yabancının alanıdır. Yabancıdan da hiçbir zaman emin olamazsın, her tür kötülüğü oradan beklersin. Bu nedenle eğer bir çöp kokusu varsa, oda muhakkak dışarıdan geliyordur... - Bir düşmüşlük var, o güzelim apartman olmuş hamam böceği yuvası. Bu düşmüşlük nereden kaynaklanıyor? - Bence illa ki bir tek karakter ararsak bu kitapta, o Bonbon Palas olmalı. Birçok yüzü olan, on ayrı sesten konuşan bir karakter. Ve o anlamda da çok hüzünlü. Hayata karşı zaferi simgelemesi için yapılan apartman aşına aşına bir çöp yuvasına dönüşüyor. Ama çöp, zannettiğimiz kadar kötü bir şey değil. Çünkü ben steril hayatların çok tehlikeli olduğunu, faşizme açılan kapı olduğunu düşünüyorum. Yani bir sürü insanı ayıklayan steril zihniyetlerin ve bunu pompalayan yaşam anlayışının sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. Onun için yapılması gereken şey birinci olarak hem okuru hem kendimi içerideki pislikle yüzleştirmek ikinci olarak da pisliğin zannettiğimiz kadar pis bir şey olmayabileceğine dair bir soru işareti atmak. - Pislik sandığımız kadar kötü bir şey değil mi? - Ondan önce şunu söylemeye çalışıyorum, steril hayat sandığımız kadar iyi bir şey değil.
Söyleşi: Cem Erciyes, Radikal Kitap Eki, 22 Mart 2002
|