"Tasavvuf benim edebiyatçılığımın ayrılmaz / ayrışmaz bir katmanı"
- Bundan önceki romanınız Mahrem çıktığında sizinle yine bir röportaj yapmıştık. O günden bu yana, Elif Şafak ın romancılığı açısından değişen nedir?
- Sanıyorum bu soruya en doğru cevabı gene okurlar verecektir. Ama ben kendi açımdan baktığımda, Bit Palas ta daha dolaysız bir biçimde kendimi romana kattığımı, bu romanı yazarken kendimi daha çok ve daha pervasızca didikleyip deştiğimi söyleyebilirim. Romanda anlatılan 10 ayrı dairede yaşayan tüm komşularda, tüm karakterlerde doğrudan doğruya benden izler olduğunu söyleyebilirim. Onların hepsi benim ruhdaşlarım. Her biri benim fikirlerimden, hislerimden ve gündelik hayatımın seyrinden izler taşıyorlar.
Ben Bit Palas ı tam anlamıyla, gündelik hayhuy içinde yazdım. Bu romanı yazarken bir yandan da üniversitede ders veriyor, siyaset felsefesi alanında doktora tezini yazıyor, ev taşıyor, fatura ödüyor, gündelik hayatın gailesi içinde koşturuyordum? bir an, bir süre bile kendimi bu iniş çıkıştan yalıtarak, bir köşeye çekilerek yazmadım bu romanı.
Dolayısıyla tam anlamıyla benim kişiliğim ve gündelik yaşamımla yoğrulmuş bir roman çıktı ortaya. Yıpratıcı bir süreçti benim açımdan ama bir o kadar doğal ve sahici. Bu yüzden romandaki karakterler de yaşayan karakterler oldular. Hiçbiri benim tarafımdan, merkezi bir emirle, yukarıdan atanmadı. Bir kurgu uyarınca, belli bir misyonla yazılmadılar. Her biri yaşaya yaşaya yazıldı. Bu sayede can kazandılar.
- Sufizm, mevlevilik gibi konulara aşina olduğunuzu gözlemliyoruz romanlarınızda. En azından, ele aldığınız konular, anlattığınız olayların örgüsü açısından, mistisizm kokan bir tarafı var romanlarımızın. Bunun belli bir nedeni var mı?
- İlk romanım Pinhan dan bu yana, diyebilirim ki tasavvuf benim edebiyatçılığımın ayrılmaz, ayrışmaz bir katmanını oluşturuyor. Bunun tek bir sebebi var. çünkü tasavvuf ve heterodoksi benim yaşamımın da ayrılmaz, ayrışmaz bir katmanını oluşturuyor. Yani ben bu temaları entellektüel bir meraktan hareketle, veya ilginç geleceğini düşündüğüm için sonradan tuz-biber-tatlandırıcı-baharat gibi romana katmıyorum. Zaten tasavvufla ve heterodoksiyle bir derdim, bir temasım olduğu için bu konular da kendiliğinden romanlarıma sızıyor.
- Çok satan romanların bir çoğunda, mistik öğelerin kullanıldığını, İslamcı akımların ele alındığını görüyoruz. Hadi isim verelim, Orhan Pamuk, Ahmet Altan gibi yerli yazarlar ile belli başlı bazı yabancı yazarlar, Ortadoğu ve İslam coğrafyasından seçiyorlar konu ve kahramanlarını. Bunu neye bağlıyorsunuz?
- Türk yazarlarının konu ve kahramanlarını Ortadoğu ve İslam coğrafyasından seçmelerini gayet anlaşılır buluyorum. Hepimiz bu havayı soluyor, bu sudan besleniyoruz. Ancak benim için önemli olan başka bir husus var. bu temalar, kurgulanıp akılcı bir biçimde mi yerleştiriliyor romana, yoksa hissedilerek, yaşanarak mı sızıyor. Benim için temel ayırım budur. Okurun da ikisinin arasındaki farkı rahatlıkla sezebileceğini düşünüyorum.
- Siyasi tercihlerin romanlarda yansıtılması ve politize oluş konusunda, romancılar ve eserleri hakkında ne düşünürsünüz? Roman ideoloji kaldırır mı?
- Bu soruya cevap vermeden evvel siyaset tanımımızı kurcalamakta fayda görüyorum. Politika kelimesini ekseriya en dar anlamıyla alıyoruz. Sadece meydanlardan, meclislerden, kimlik çatışmalarından ibaret bir şeymişçesine. Oysa ideoloji de politika da bundan daha soyut ve çok daha geniş tanımlamalara açık tutulmalıdır. Kamusal alan kadar özel alan da politiktir. Meydanlar kadar yatak odalarında da politika kendini yeniden üretir. Bu haliyle politika zaten hayatın içindedir. Dolayısıyla romanın da içindedir.
Ayrıca Türkiye gibi bir memlekette, bu kadar yoğun depolitizasyondan geçilmişken, politik bakış açısını canlandıran çabaları daha da anlamlı buluyor ve önemsiyorum. Bir kategori olarak siyasi roman kategorisi içime sinmese de, politik okumalara ve tartışmalara daha çok ihtiyacımız olduğuna inanıyorum.
- Türk romancılığı açısından gelecek sizin durduğunuz yerden nasıl görünüyor?
- Türk romancılığı içinde birkaç ana damar saptamak mümkün görünüyor. Bunlar içinde en belirgin olanlardan bir tanesi benim akıl-odaklı-kurgu-ağırlıklı-roman dediğim tür. Bu, nasıl anlattığını değil, ne anlattığını önemseyen bir yaklaşım. Ikinci bir tür daha biçimsel, daha az anlaşılmak, açık olmak niyetiyle hazırlananalar. Üçüncü bir damar ise, hem yerel köklerden etkilenen, hem de geleneği dönüştürerek biçimlendirme gayreti güden bir damar. Hem ne anlattığını, hem de nasıl anlattığını önemseyen bir yaklaşım. Ben kendimi bu üçüncü damara dahil görüyorum. Ancak tüm bu çeşitlilik ve farklılık içinde Türk romancılığının gelişim çizgisine dair genel kanımın olumlu olduğunu söyleyebilirim.
- Belki “Bu soruyu benim yanıtlamam doğru olmaz” diyebilirsiniz ama ben yine de soracağım; Elif Şafak, Türk romancılığının neresindedir?
- Türk romancılığının neresinde olduğumu ben tespit edemem. Ancak neresinde olmadığıma dair epeyce fikrim var. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Ben akıl-odaklı-kurgu-ağırlıklı damar içinden yazmıyorum. Ne anlattığım kadar, nasıl anlattığımı da önemsiyorum. Öte yandan biçimsellik kaygısı ağır basan yaklaşıma da dahil değilim. Zira nasıl anlattığım kadar ne anlattığımı da önemsiyorum.
Şöyle toparlayabilirim belki. Mantıktan ziyade sezgi ile yazıyorum. Bu temel bir ayırım. Ikincisi, köklerim çok geniş bir coğrafyaya yayılmış. Yerel unsurları birer malzeme ya da çeşni gibi kullanmıyor, yaşadığım gibi yazıyorum. Roman, hep soğukkanlı bir mantık ve mühendisane kurgularla özdeşleştirilir. Ben kurgudan ziyade dil, mantıktan ziyade sezgi, mühendislikten ziyade vecd halleriyle yazıyorum. Bu anlamda, Türk romancılığı içinde eskilerden çok şey özümsemiş, yeni bir dalganın içinde olduğumu düşünüyorum.