“Birçok karakterde benden izler var. Bir ruhdaşlığım varsa zaten o karakterler oluyor. Onların çoğu sıkıntıları olan, kompleksleri olan insanlar. Kendimden yola çıkarak bulduğum kompleksler, takıntılar aynı zamanda”
Mezarlık üzerine, herbir dairesi diğerinden farklı Art Nouveau tarzında inşa edilmiş bir apartman binası Bit Palas. Hamamböcekleriyle, biri diğerinden şaşırtıcı sakinleriyle, bitmeyen çöp kokusuyla ve çeşit çeşit hikayeleri içinde barındıran öyküsüyle arz—ı endam ediyor. Elif Şafak, Pinhan ve Mahrem’den sonra yazdığı üçüncü romanında parça parça hayatlardan ve hikayelerden, iç—dış dünyalara dair ilginç tezler çıkartıyor. Ama “Tez romanı yazmıyorum” diyor ve kendisini metnine hakim olan romancılar kategorisine koymuyor. Yazarlık tutkusu ile boşluk duygusu arasında, kudret ile hiçlik arasında gelip gittiğini söylüyor. “Şimdi şimdi belki Bit Palas’ta fark ettim, benim edebiyatım belki bundan, bu sarkaçtan besleniyor: Var etmek ve varlığın geçiciliğinin farkında olmak.”
Kalemi eline aldığında hiç istemediği taraflara doğru gittiği, hırpaladığı/hırpalandığı da oluyor; ama olsun, romanın samimiliği kurgunun azlığı ile ilişkili zaten.
Dışarının içeriye, tehlikenin güvene, yabancının ev ahalisine sızdığı yerleri seviyor yazar, kelimelere “yaşam çemberlerini” geri veriyor üstelik. Elif Şafak’la romanından ziyade kendisini, romanı üzerinden dilini konuştuk.
– Aşureyi sever misiniz?
Severim. Aşure, çok önemli bir metafor; bütün o efsaneleri, hikayeleri bana çok önemli geliyor.
– “Aşure”de olduğu gibi, her üyesinin renk ve kokularını kaybetmeksiniz ortak bir tat oluşturabildikleri bir hayat tarzı mı istediğiniz?
Tabii. Benim hayatla kurduğum ilişki de böyle. Görmek istediğim, yaşamak istediğim hayat da böyle. Daha kozmopolit, bana benzemeyen insanlarla birlikte yaşayacağım bir ortam istiyorum ben. Sadece benim gibi düşünen, türdeşlerim olan insanlarla birlikte daha güvenli sularda yaşamak değil istediğim.
– Aşure’nin de gelenekleri var. Öyle her yeni bileşene açık değil.
Aşure ilk bakışta kozmopolitliği, heterojenliği ile var. Bu karmaşayı bile o kadar muhafazakarca yorumluyoruz ki. Örneğin incirin katılmasına karşı çıkmıyor da, bir vişne katmayı kabul etmiyoruz. Nerden biliyoruz, çünkü hiç denemedik. Çünkü ön yargılarımız var. İstanbul gibi heterojenliğe bu kadar açık, bu kadar çok sesli bir şehri bile müthiş ön yargılarla daraltmış durumdayız. Ama ben geleneği önemsiyorum; gelenek denilince bağnazlık anlamıyorum. Bizdeki sol oluşumda, Kemalist laik kesimin din okumalarının çok sorunlu olduğunu düşünüyorum aynı zamanda. Bu kesime baktığınızda dine karşı ciddi bir ilgisizlik ve bilgisizlik vardır aynı zamanda. Bu tarafta da tam tersi müthiş bir savunma refleksi ile oluşturulmuş bir sığlık var. Benim bütün arzum bunların dışında üçüncü bir yol bulmak. Geleneği bilerek ama olduğu gibi muhafaza etmeden, onu eleştirel bir gözle okuyarak içinden dönüştüren üçüncü bir damara Türkiye’de çok ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.
Öteki fetişizmi
– “Öteki” sözcüğü bir rahatsızlığı ifade etmek için kullanılıyor ama siz ‘öteki’ kelimesinin kullanılmasından da rahatsızsınız?
Şöyle bir dert var aslında; “öteki” kelimesinin kendisiyle ilgili bir sorun değil bu. Onu kullanış biçimimizle, başka bir şeye dönüşmesiyle, içinin boşaltılmasıyla ilgili bir sorun. Ve biraz da şunu göz ardı ediyoruz; birine öteki dediğimizde onun da başka bir insanı nasıl ötekileştirdiğini veya beni ötekileştirdiğini. “Öteki fetişizmi” yapmak, onu da mutlaklaştırmak aynı şeyi yeniden üretmek demek. Ondan kaçıyorum.
– Uluslararası ilişkiler, siyaset felsefesi, mikro tarihçilik, kadın çalışmaları... Daha çok bu alanlarda ürün vermeniz beklenirdi. Ama sizi romanlarınızla tanıyoruz.
Nehrin esas yönü dediğiniz gibi. Bir de ters akıntı var. Uzmanlaşmaya karşı çıkan, özellikle Batı’da son 30 yılda palazlandığını gördüğüm kadın çalışmaları, kültür çalışmaları, dilsel çalışmalar.. Bunlar şunu veriyorlar: “Bir şeyi, bir konuyu, bir alanı anlamamızı kolaylaştırıyorsa anlayabilirim o bölünmeleri, farklı disiplinlerin çıkmasını. Ama pratikte bu öyle devam etmiyor, araya çok kalın sınırlar çiziyoruz.” Herkes kendi sahası içinde uzmanlaşarak onun verdiği iktidarı da kullanarak, —özellikle uluslararası ilişkiler buna çok müsait— özel bir şeyin uzmanı oluyor. Ortadoğu uzmanı olarak televizyona çıkıyorsunuz, filanca uzman olarak bir yerde görüş beyan ediyorsunuz. O da çok değerli bence. Ama salt bunun üzerine kurulu birşey bana çok sağlıklı gelmiyor. Ben alanların birbirlerine sızdığı noktaları seviyorum. O sınırlar sonradan bizim koyduğumuz sınırlar üstelik. Nerde çizilir bu sınırlar? Din felsefesinden kopuk bir siyasi felsefe yine dinler tarihinden kopuk bir siyasi tarih okuması olabilir mi?
Tasavvufa ilgim “turistik” değil...
– Dile, kültüre tarihe merak ne zaman başladı sizde. Sanıyorum aileniz teşvik etmiş değil.
Bu aileden aldığım bir şey değil evet. Çünkü ben pek aile içinde büyümedim. Boşanmış bir ailenin çocuğuyum; çok kesintilerle geçti çocukluğum. Yurt içi, yurt dışı. Bir dönem anneannem tarafında kaldım; orda daha böyle cemal yüzlü, batıl inançları olan folk İslamla tanıştım. Babaannem tarafında ise tam tersi sadece kabir azabı ve cehennemden konuşan celal yüzlü bir Tanrı’yla büyüdüm. Birden şunu görüyorsunuz; aynı dinin farklı okumaları var. Bu sadece orda kalan farklılık değil, yaşamı farklı algılıyor insanlar. Bunları görmek bir avantaj kabul edilebilir; ama aynı zamanda yıpratıcı şeylerdir. Biri bir ayetten korkularla dolu bur mesaj çıkarıp ona göre kuruyor tarihle ve hayatla ilişkisini, öbürü aşkla okuyor. Ben her zaman aşkla okuyan damarı daha çok sevdim. O anlamda benim İslam tasavvufuna olan merakım, safi entelektüel ya da turistik bir merak değil. Ona da çok tepki duyuyorum; Batıyla ilişkiler içinde de kullanıldığını düşünüyorum. Pirim yapan bir şey var, gayet egzotik geliyor. Bütün bunlar dışında gönülden bir bağım, gönülden bir sorunum var tasavvufla.
– Önceki romanınız Mahrem’de de birbirinden bağımsız, hüzünlü pek çok hikaye vardı. Başka insanların hüzünlü hikayelerine kayıtsız kalamadığınızı ilk ne zaman fark ettiniz?
Çocukluktan izler bulabiliyorum; ama bir milat veremem açıkçası. Ama çok yalnız bir çocukluk geçirdim. Türkiye’de geçerdiğim bütün dönem kardeşsiz, arkadaşsız ve tamamen içe kapanık geçti. Ve hayal gücünü çok besleyen bir şey aslında mutsuzluk. Çünkü yanınıza yörenize baktığınızda yapacak daha iyi bir şey yok. Hayali kahramanlar yaratıyorsunuz. Ben günlükler tutardım; ama günlüklerimde bugün kestane pişirdik, bugün şunu yaptık gibi anlatacak bir şey yoktu. Ben olmamış şeyleri, başkalarının yaşadıklarını sanki ben yaşıyormuşum gibi anlatıyordum. Yurt dışına çıktığımda bu yalnızlığa bir de kültürel, dinsel, dilsel bir yabancılaşma da eklendi. Bunların çok izleri var bende. Başka türlü bir arayış... O aidiyetsizlik, parçalanma ve onun getirdiği bir hüzün de var. Bunların hepsinin yansıdığını düşünüyorum. Ama insanı çok önemsiyorum. İnsanları hep hikayeleri aracılığıyla anlıyorum. İnsanların hikayeleriyle kendi hikayemin hep iç içe geçtiğini düşünüyorum.
– Elif Şafak’ın masalsı dilinde Türkiye’de hiçbir romancının metinlerinde yer vermediği kadar Osmanlıca var.
Çok kaba hatlarıyla böyle bölünmeler var Türkiye’de dil konusunda. Ben çok eleştiri alıyorum Osmanlıca kelimeler kullandığım için. Ama neyse o öztürkçe denilen kelimeler, onları da kullanıyorum. Böyle bir ayıklama yaparak okumaktan yana değilim. Bu anlayış da bana göre geliştirici, zenginleştirici bir dil anlayışı değil. Bizde aynı şeyi ifade eden iki kelime varsa ve biri Osmanlıca, diğeri daha yeniyse hangi cenahtan olduğumuza bağlı olarak bir taraf bu kelimeyi tutar, öbürünü kullanmaz; öbür taraf da ona tepki mahiyetinde o kelimeyi tutar, diğerini kullanmaz. Böyle bir ayıklama üzerine kurulu bir tarih ve dil anlayışımız var. Çok bağlantılı birbirleriyle. Ben de tam tersine o çoğulluğun, akışkanlığın ve sürekliliğin olması gerektiğini düşünüyorum. Böyle süreksizlikler ciddi kültürel travmalar yaratıyor bence. En basitinden kendi mezar taşlarını okuyamayan, bir önceki kuşağın metinlerini okuyamayan bir kuşak var. O anlamda çok önemsiyorum Osmanlıca kelimelerin süreklilik kazanmasını.
– Dilde “laiklik” gibi tartışmalar oluyor zaman zaman. “Ben akış içerisinde hangisi gelirse önüme onu kullanırım tarzı”, sizin uzun yıllar yurt dışında yaşamış, Türkiye’deki kısır tartışmalardan nasibini almamış bir kişi olmanızdan kaynaklanıyor olabilir mi?
Şöyle şablonlar var mesela. Ben sağ görüşlü, muhafazakar eğilimli bir milletvekili olsaydım, erkek olsaydım, 50 yaşın üstünde olsaydım, gene Osmanlıca kelimelere açık bir dil haznem olsaydı hiç yadırganmazdım. Anlatabiliyor muyum? Şu dili şu tip insanlar kullanabilir, şu tip insanlar kullanmaz şeklinde şablonlarımız var. Ve o şablonun dışına çıkan herşeyden de rahatsızlık duyuyoruz. Tam da bu sebepten şablonların dışına çıkmak gerektiğini düşünüyorum. Yani rahatsızlık uyandırmakta fayda var.
– Kelimenin kökünü, nereye ait olduğunu hesaba katmaksısın içinden geldiği gibi konuşma, yazma...
Tabii tabii. Daha İbn—i Haldun’cu bir tarafım var benim dille kurduğum ilişkide. Toplumlar doğar, büyür, belli evrelerden geçer; yani bir yaşam çemberi vardır. Bence kelimelerin de yaşam çemberleri var. Yaşıyor, yaşam çemberinin bilmem neresinde, kimbilir hangi aşamasındadır o kelime. O zaman bırakalım yaşasın. Ama tam da bu tutumumdan dolayı övgü de alıyorum. Son Tüyap kitap fuarında ilginç bir şey yaşadım. Daha eski kuşak ve daha kemik bir laiklik okuması içinden hareket eden, yaşça daha büyük kuşak, onlar daha netler “kullanılmaması gerekiyor” diyorlar. İlginç olan dinleyiciler arasında daha genç olanlar, çok daha açıklar Osmanlıca kelimelere. 50 yaş üstüne kadar belli bir kesimin muhafazakarı o projeye tutunurken, yeni kuşağın o projenin tam da nerelerde aksadığını bilerek, daha eleştirel okumaya başlamasına olumlu bir gelişme olarak bakıyorum. Dediğiniz de doğru. Eğer bir yurt dışı tecrübem olmasaydı, Türkçe’yi bir dil öğrenir gibi çalışmaz ve geliştiremeyebilirdim.
– “Ruhdaşlık hissetmediğim karakterler romanı yazarken silinir gider” diyorsun. Bit Palas’ın sakinleri ile ozan bir ruhdaşlık taşıyor, seni yansıtıyor yani.
Bir çok karakterde benden izler var. Bir ruhdaşlığım varsa zaten o karakterler oluyor. Onların çoğu sıkıntıları olan, kompleksleri olan insanlar. Kendimden yola çıkarak bulduğum kompleksler, takıntılar aynı zamanda.
– Herşeyi didik didik eden bir yazar var Bit Palas’ta. Sanki nereye giderse gitsin etrafı gözlüyor, gözlemekle kalmıyor, baktığı şeyin arkasını görmeye çalışıyor.
Ben ayrıntılara çok düşkünüm. Biz küçük olan herşeyi küçümseriz. Küçük olan küçük olma durumunda değil. Gündelik yaşamın kodları, ayrıntılar, kullandığınız dil, bunlar çok temel şeyler; tekrara bağlı olan şeyler. Düşünmeden tekrar ettiğimiz şeylerde düğümlendiğini düşünüyorum pek çok handikaplarımızın. Şunu yapmıyorum; daha tepeden bakarak, elime büyüteç alarak insanları incelemeye almıyorum. Ben aslında kendimi didikliyorum, kendimden yola çıkarak yazıyorum onları.
Yazar kadir—i mutlak değil
– Bu didiklemenin, bu sondajın nereye kadar gideceğinden emin olabiliyor musun?
Mahrem’de bu başıma geldi. Kitaba başladığım zaman sadece fikir düzeyinde şişman bir kadını anlatıyordum. Kitabın üç bölümlük kurgusu var; üçüncü bölümde, Sobe kısmında anlatılan çocukluk beni çok etkiledi. Mesela, oraya geleceğimi bilmiyordum. Yazarken kitap beni de şaşırtıyor. Kontrolümden çıkıyor demeyeyim ama kesinlikle hakimiyetimde değil. “Kadir—i mutlak” bir şekilde yazarın kendine ve yazılarına hakim olduğunu da hiç zannetmiyorum.
– Anlatımı akışa bıraktığında metnin memnun olmadığın bir yöne doğru gittiği oluyor mu?
Tabii. Canımı acıtan yönlere gittiği oluyor. “Bazen yazarken kalemimin ne düşündüğünü hayretle izliyorum” diyor bir düşünür. Ne düşündüğümü, ne bildiğimi yazarken öğreniyorum. Zaten benim içimde olan bilgilermiş çoğu; onları açığa çıkartıyor, beni de şaşırtıyor. Akışa bırakmanın can yakıcı bir tarafı da var yani. Akışa bıkarmak çok barışçıl bir şey olmayabilir; çok yıpratıcı, hırpalayıcı bir şey de olabilir. Kendi içimdeki takıntılarla yüzleşiyorum. Sözgelimi pisliği anlatırken, onun bizim dışımızda olmadığını, dışarıdan bu kadar korkmaktan bize bir hayır gelmeyeceğini anlatırken hem okuru, hem kendimi yüzleşmeye zorluyorum. Onu yapmasam ortaya çıkan şey daha az samimi bir şey olur. Samimiyeti kelime olarak çok önemsiyorum. Sahiciliği çok önemsiyorum.
Muhsin Öztürk, Aksiyon, Sayı: 384 - 13.04.2002
|