Yeni romanınızı konuşacağız. Bit Palas, dördüncü romanınız. Şöyle bir geriye döndüğümüzde Pinhan (1997), Şehrin Aynaları (1999), Mahrem (2000) ardı ardına gelen romanlar oldu. Her biri de farklı bir izleği/konuyu dile getiriyordu. Ortak bir yan ise, sizin roman yolundaki arayışınız. Dilerseniz önce, sizde, roman duygusunu/düşüncesini var edenlerin ne/ler olduğunu konuşalım. Doğrusu, pek kimsenin bilmediği temel bir çelişki var romancılığım ile kişiliğim arasında. Ben son derece dağınık, savruk, kafası karışık, plan yapmaktan aciz, ruh haline göre durmadan iniş çıkışlar yaşayan, anksiyete yumağı bir mizaca sahibim. Roman ise, tanımı gereği sabır, süreklilik ve düzen gerektiriyor. Yani bende olmayan her şey. Ama işte belki de bu yüzden, yani tam da bu sayede romanlarımın kurgusu ve dili başarılı olabiliyor. En iyi kurgu, kurgu yapmaya kalkmadığınızda ortaya çıkar. En canlı karakterler, onları yaratmaya kalkmadığınızda doğar. Bir roman yazmak, bir aşk yaşamak gibidir bir bakıma. Ne kadar çok tahakküm kurarak onu denetlemeye çalışırsanız, o kadar az karşılık alırsınız tutkularınıza. Türk romancılığı, başından itibaren, Romancılık ile Babalık ı birbirine karıştırmıştır. İlk romancılarımız, babalık misyonuyla yazdılar eserlerini. Biz de bu kültürel mirastan hiçbir zaman sıyrılamadık.. Romancılar, hem okurlarının hem de roman karakterlerinin babalığını yapmaya soyundukları için, yazdıkları metin üzerinde mutlak hâkimiyet kurmaya çalıştılar. Her şeyi önceden ince ince hesaplayıp, kurgulayarak yazdılar. Romanın kendilerini de alıp götürmesine, sürüklemesine, şaşırtmasına izin vermediler. Bunlar, baba halli romancıların, katı halli romanlarıdır. Akmazlar, sadece dururlar. Okuru içlerine almazlar. Türk edebiyatının gelişim çizgisi izlendiğinde, romanların çoğunun benzer mühendislik hesapları ve babalık arzularıyla yazıldığı gözlemlenebilir. Roman, bir anlatım biçimi, aynı zamanda bir okuma yordamı olarak sizin için ne anlam ifade ediyordu bu süreçte? Roman benim için kaostan çıkan, çıkabilen düzen demek. Düzensizlikten beslenen nizam. Ölüm korkusundan beslenen yaşam tutkusu. Ya da yaşama ve yaratma arzularından beslenen hiçlik duygusu? Kısacası, tezatlar beni harekete geçiriyor. Kendi içimdeki tezatlar, hayatın içindeki tezatlar... Bir edebi tür olarak özellikle romanı seçmemin altında, "tezatları dillendirme ve dili tezatlarına ayrıştırma arzusu"nun yattığını düşünüyorum. Romanlarım, dil ve yapı ve içerik bakımından birbirinden farklı olmakla birlikte, aynı arzuyla biçimlendirildiler. Bu yüzden, çok parçalı, çok kapılı, çok sesli romanlar yazıyorum. Tek ve mutlak bir hakikatten yola çıkmayan romanlar. Baba kimlikli romancıların katı halli roman yazma geleneklerinden sapıyor benim izlediğim yol. Roman üzerine düşünmeye ne zaman başladınız, neydi sizi roman düşüncesine götüren? Yola çıkarken, kafamda kallavi bir roman projesi olmuyor hiçbir zaman. Tam tersine, küçük ve kenarda kalmış şeylerden yola çıkıyorum. Bir an, bir his, bir resim beni harekete geçirebiliyor. Bunun bende uyandırdığı çağrışımın peşine düşüyorum. Yazının bir bakıma "iz sürmek" olduğuna inanıyorum; çağrışımların izini sürerek yazmak. Bu açıdan hem Proust, hem Ahmet Hamdi Tanpınar ın roman örgülerinde karşımıza çıkan çağrışımlar vasıtasıyla hem geçmişe hem de gerçekdışına uzanan geçişleri kendime oldukça yakın bulduğumu da söylemeliyim. Peki, yazma duygusundan söz etmenizi istiyorum. Nasıl bir itki kaynağı sizi yazıya yöneltti, roman yazmaya hangi duyguyla yol aldınız? Belli bir noktadan sonra ancak iki şekilde yazarlık yapmak mümkün. Bir yazıyı yazarlıktan daha çok önemseyip severek. İki yazarlığı yazıdan daha çok önemseyip severek. Bu iki kapı tamamen farklı yollara açılır. Yazarlığı öne çıkararak yazanlar, ister istemez, sonuçlara odaklanarak yazarlar. Yani bir kitabı yazmadan önce onun nasıl karşılanacağını, ne kadar ses getireceğini, kendi yazarlık kariyerleri içinde nasıl bir yerde duracağını inceden inceye hesaplayarak. Burada aslolan yazarlık kariyedir, yazının cazibesi ya da itkisi değil. Benim için hâlâ yazı, yazarlıktan daha önemli, daha ön planda. Bunun kökleri çocukluğuma kadar uzanıyor. Son derece yalnız, asosyal, kopuk, kesintilerle örülü, yabancılaşmış bir çocukluk, ilk gençlik ve gençlik dönemleri boyunca, hayatımda süreklilik arzeden yegane şey yazı oldu. İronik bir süreç bu. Yalnızlığınızdan kurtulmak için yazmaya başlayıp da, yazabilmek için yalnız kalmaya can atıyorsunuz sonunda. Yazıyla aramdaki bağ o kadar sıkı, o kadar köklü ve bir o kadar hüzünlü ki, yazarlık bile giremez yazıyla aramıza. Dönüş/dönüştürme/dönüşüm düşüncesinin kıyılarına uzanıyorsunuz ilk romanınızla. Konu ve izlek olarak seçiminizden, bunu yazma sürecinizden söz eder misiniz? İlk kitabım Kem Gözlere Anadolu, bir öykü kitabı. Ancak ben kendi yazarlık miladımı bu kitapta değil, ilk romanım olan Pinhan da buluyorum. Yazdığım tüm kitaplar içinde Pinhan ın çok özel bir yeri var benim için. Pinhan ı çok seven bir okur kesimi var ki, onların bu kitapla kurdukları ilişki, diğer kitaplarımla kudukları ilişkiden tamamen farklı. Pinhan bir edebi eser olmakla birlikte, bir vecd halidir aynı zamanda. İslam heterodoksisinin dilini, geleneğini, izlerini adım adım takip ederek kendi yolunu bulan bir romandır. Kaybolmayı göze alarak yol alan bir roman. Bu haliyle birkaç ayrı katmandan okuyabilirsiniz Pinhan ı. Sadece üst katmanda okuyanlar, romanı ve olay örgüsünü okurlar sadece. Ama alt katmanlara inen okurlar, hikâye içinde hikâye, dinsizlik içinde din, inanç içinde inançsızlık, hayal içinde hakikat, kaos içinde kosmos bulacaklardır orada. Şehrin Aynaları da değişken bir izlek. Bu sürece hazırlıktan biraz söz edin istiyorum, o yapının kuruluşuna sizi götüren neydi? Şehrin Aynaları, romanlarım içinde tarihsel dokusu en yoğun olan ve klasik roman tanımına en yakın duran kitabım. Dinler tarihi, din felsefesi, kültürel tarih gibi alanlarda yaptığım okumalardan beslenen bir kitap. Ancak işin entellektüel-teorik damarları bir yana, kitap boyunca bana eşlik eden temel duygunun Öfke olduğunu söyleyebilirim. Huzursuzluk, hırçınlık, bir yere ait olamamak, bir toprağa kök salamamak, kimliksizlik. Kitapta öne çıkan Musevi karakter, yıllar boyu saklamak zorunda olduğu dinsel kimliğini, 17. yüzyıl İstanbul una gelerek rahatlıkla açığa vurabildiği noktada bile kendini "öteki" olarak görmekten kurtulamayan biri. Huzursuz, hırçın bir ruh. Mahrem de iyiden iyice açımlayıcı bir bakış, romanesk yapının sınırlarını kıran bir anlatıya yöneliyorsunuz. Yazınsal metamorfoz! Bu iniş çıkışların debisine dönelim istiyorum. Romanla alışveriş/hesaplaşma sürecine. Bu duruş yerinizde kimlerdi sizi kuşatan, “olmazsa olmaz”ın sınırlarını zorlatıp aştıran… Sorunuza cevap vermeden önce başka bir şey söylemek istiyorum. Bizde bu kadar az edebiyat eleştirmeni olmasının hem yazarların yazma şevkini, hem de okurların bilinç düzeyini olumsuz etkilediğini düşünüyorum. Romanları onları yazanlara değil, okuyanlara sormak gerek aslında. Bizde edebiyat eleştirmeni çok az olduğu için, yazarlar kendi romanlarının analizini yapmaya başlıyorlar. Ben de Mahrem in "karnavalvari" bir roman olduğunu düşünürken böyle bir noktadan hareket ediyorum. Karnavalvari metinler çok kapılı, çok sesli, çok parçalı metinlerdir. Yüce olandan çok hakir görülenle ilgilenirler. Değerler hiyerarşisiyle oynarlar. Başları ve sonları yoktur. Tek bir sav etrafında dönmez, bir sona bağlanmaz, bir durakta soluklanmazlar. Bakhtin in kategorileri içinde baktığımızda Mahrem bariz bir şekilde ikinci gruba denk düşen bir metin. Mahrem şizofrenik bir roman. Gerçeklikle kurduğu ilişkiler ve gerçekliği parçalayıp çoğaltması açısından, şizofren ve çok sesli, çok kapılı bir metin. Buradaki insan/toplum gerçekliğinin iç içeliğinde öne çıkan, bize uzak-yakın duranların anlatımı söz konusuydu. Bunu da, yabancılaştırarak, en azından, ötelerde tutarak yansıtıyordunuz. Bu dilin ve biçimin kuruluşunu açalım isterseniz. Mahrem, kurgusu önceden yapılmış, sonra da kaleme alınmış bir roman değil. Aslında diyebilirim ki, Mahrem başından sonuna bir "bilinçaltına yolculuk". Bu haliyle, yazıldıkça şekillenmiş, şekillendikçe kurgulanmış bir roman. Yani ben önceden bir plan yapıp, bir taslak oluşturup sonra da o taslağı kâğıda aktarmadım. Kafamda ham bir fikir vardı, gözümün önünde de aşırı şişman ama bir o kadar isyankâr bir kadının fotoğrafı. Sonra o fikri aldım ve işlemeye başladım. Yazdıkça roman da gelişmeye başladı. Her şey yazma sürecinin içinde belirlendiği için, romanın gidişatı yer yer beni de şaşırttı diyebilirim. Biraz da okuma biçimlerinizden söz edin; neleri, nasıl okursunuz? Okuma yelpazem temelde tek bir dürtü üzerine kuruludur merak! Merak ettiğim her alanda, merak ettiğim her kitabı okurum. Romanlarımı yazarken, hikâyenin beni getirdiği kavşaklarda da yoğun okumalar yaparım. Mesela Mahrem i yazarken, 1600 lerin Sibirya sı üzerine geniş bir literatür taraması yaptım. Pinhan zaten daimi ilgi alanım olan tasavvuftan beslenerek yazılmıştı. Şehrin Aynaları nı yazmadan önce, Yahudi ve İslam düşünürlerinin yapıtlarını, dönemin Akdeniz ini ve İstanbul unu anlatan kitapları didik didik ettim. Keza, Bit Palas ı yazarken, Beyaz Ruslar, art nouveau mimari, İstanbul un mezarlıkları, bilim felsefesi ile ilgili kitaplar sürekli elimin altındaydı. Ayrıca, hamamböcekleri hakkında yazılmış kitapçıklar, broşürler, tezler ilgimi çeken her eseri okudum. Besinlerin hangi sıcaklıklarda çürüdüğünü, böceklerin nasıl ilaçlandığını öğrenmek için kitapçı kitapçı dolaştım, internetten bilgiler topladım, böcek ilaçlamacılarıyla görüştüm, işime yarayabilecek her bilgi kaynağına gittim. Yeter ki merak edeyim, istisnasız her konuda okuyabilirim. Bununla birlikte bir de hem akademik, hem de kişisel sebeplerden ötürü hiç kopmadığım okuma ve çalışma alanlarım var. Dinler tarihi, kültürel tarih, din felsefesi, siyaset felsefesi, mikrotarihçilik çalışmaları, kadın çalışmaları, gibi alanlarda okumaktan, düşünmekten ve yazmaktan büyük keyif alıyorum. Roman her şeyden, her andan, her kaynaktan beslenebilir. Romanın kıyılarında dolaştığınız an lara dönelim. Örneğin; Bit Palas a, onu yazdıran duyguya, yazdıran itkiye... Küçük bir fikirden yola çıkarak yazıldı roman. Cihangir de tarihi bir çeşmenin üzerinde gördüğüm bir yazı. BURADA YATIR VAR ÇÖP ATMAYIN yazısı. Sadece bir resimdi gözümün önünde yanıp sönen. Çöpler ve evliyalar? bu fikri kafamda evirip çevirmeye başladım. Bir süre sonra tüm şehri bu gözle görmeye başladım. Çöp yazıları üzerinden. Semt semt, sokak sokak dolaşarak çöp yazıları topladım. Yarısı sokakta, yarısı evde yazıldı bu romanın. Romanda anlatılan tüm karakterler takıntıları-kompleksleri olan insanlar. Çünkü hayatı böyle algılıyorum ben. Insanı böyle algılıyorum ve tabii kendimi de. Bana sık sık gözlem gücümün ne kadar yüksek olduğu söylenir. Belki haklılar. Ama ben gözlem yapmaktan, oturup başka insanları gözetlemeyi anlamıyorum. Gözlem demek illa da gözlerinizin dışa dönük olması demek değil. Belki kendi içimize bakabilmemiz demektir gözlem yapabilmek. O anlamda, romanda anlatılan tüm takıntıları-kompleksleri biliyorum çünkü onlar benim içimde de var. önemli olan da bu benim için. Kendimden yola çıkıp, başka insanları anlatıyorum. Ya da tam tersine, başka başka insanları anlatırken kendime varıyorum. Bit Palas ta da iç ve dış ayırımı son derece önemliydi benim için. Türkiye deki hâkim kültürel dokuyu değerlendirirken, "kapalı sistem yaratıklarının dış dünya korkusu" diye bir ifade kullanıyor Oğuz Atay. Bu korkunun üzerine gitmek ve iç-dış ayırımını tersyüz etmek istedim romanda. Zira her türlü belirsizliği, pisliği, tehlikeyi dışarıdan bekliyoruz. Dışarıdan yani yabancının alanından. Sürekli kendimize benzeyen insanlarla birlikteyiz. Türdeşlerimizle. Oysa inanıyorum ki türdeşlerimizden değil, yabancılardan öğrenecek bir şeylerimiz var. inanıyorum ki dışarıda sandığımız pislik aslında içimizde. Ve dahası belki de pislik sandığımız şey sandığımız kadar pis değil. Belki steril-kapalı hayatlar yaşamaktansa, bodosloma dalmak pisliğin içine çok daha yeğdir. Klasik liberal öğretinin pek sevdiği bir düstür vardır. Bir insanın özgürlüğünün başladığı yerde, bir başkasınınkinin bittiği söylenir. Oysa bence iç içe geçiyor yaşamlarımız, birbirine sızıyor hikâyelerimiz. Benzer şekilde geçmiş, bugünün içinde yaşıyor. Hal böyleyken, kendimizi ve hayatımızı sürekli dışarıdan yalıtmaya çalışmak yapay bir temizlik harekâtı, sterilizasyon ve aslında depolitizasyon demek. Bunlara karşı durmak gerektiğine inanıyorum. Kimdir size el veren, yol/yön tutturan romancılar/yazarlar? Sevdiğim romancılar arasında özellikle şunları sayabilirim Hermann Hesse, John Fante, Iris Murdoch, Jeanette Winterson, Michel Tournier, Sylvie Germain, Italo Calvino, Manuel Puig, Mario Vargas Llosa yı sayabilirim. Bizden de Ahmet Hamdi Tanpınar ın külliyatını, Peyami Safa nın kasvetengiz damarını, Refik Halit Karay ın dilini, dille ilişkisini; Sevgi Soysal ın tüm yapıtlarını, Sevim Burak ın kenarlarda duruşunu, İhsan Oktay Anar ın ve Murathan Mungan ın hayal ile hakikati harmanlamalarını, ve bir de Hüseyin Rahmi Gürpınar ı çok severim. Bunların dışında okumaktan keyif aldığım pek çok isimden biri de Reşat Ekrem Koçu. Bir de Beşir Fuat, Halil Cibran, ve Hallac-ı Mansur. Nedir onlarla aranızdaki kanbağı, uzaklık/yakınlık? Kimilerinin dilini, kimilerinin yazma ya da yaşama algılama biçimlerini seviyorum. Ama kimileri var ki, onlarla tarihsel ve mekânsal sınırların ötesinden kurulmuş bir ruhdaşlığımız olduğuna inanıyorum. Ruhdaşlık benim için kilik bir kelime. Ruhdaşım olan insanları adeta hayvani bir içgüdüyle hisseder, bulur ve çıkarırım. Roman düşüncesini açalım biraz da; nedir sizce roman, günümüzde romanın insanı iyileştirici, duygusal/düşünsel yönden, eğitici bir yanı olduğuna inanır mısınız? Romanın bir edebi tür olarak bu topraklara nasıl geldiğini, daha sonra da nasıl bir gelişim çizgisi izlediğini gözardı etmemek gerekir. Erken dönem Türk romancıları sadece erkek olarak değil birer baba olarak görülmeli. Jale Parla nın da Babalar ve Oğullar adlı kitabında altını çizdiği gibi, erken dönem türk romancıları bir oğul olarak algıladıkları topluma neyin iyi, neyin kötü olduğunu göstermek isteyen babalardı. Ya da böyle davranmaya gayret ettiler. Gelişim çizgisi boyunca Türk romanı bu damardan hiç kurtulamadı. Romancılar, kahramanlarını yukarıdan tayin ettiler; hislerini değil, akıllarını öne çıkartarak kurgu yaptılar; bu kurgu içinde tezler öne attılar ve birer misyonla yazdılar. Ben tezli roman yazmıyorum. Romanın ardında muhakkak bir tez, romancının da bir misyonu olması gerektiğine inanmıyorum. Siz niçin yazarsınız, roman yazmak sizin için ne anlam ifade ediyor? Niçin yazdığımı bilmiyor, bilme gereği de duymuyorum. "Yazıyorum çünkü?" diye başlayan cümlelerden rahatsızlık duyuyorum. Romana da, yazmaya da illa ki bir işlev yüklemek zorunda değiliz. Insan niçin yaşadığını hem bilir, hem de bilmez bir yanıyla. Yazmak da böyle bir şey. Cevabınız vardır, ama bir yanıyla da tam olarak niçin yazdığınızı hiçbir zaman bilemeyebilirsiniz. Romanın doğduğu ortam, sizin yazma süreciniz, bu bağlamda oluşturduğunuz dil üzerinde duralım. Evet, önce o ortamın ekseninden, sizin oradaki yoğunlaşma/yazma sürecinden söz eder misiniz? Şimdiye kadar hiçbir romanımı kendimi her şeyden soyutlayıp, eve kapanarak yazmadım. Tam tersine. Iki temel sebepten ötürü kendimi yaşamdan yalıtarak yazmam mümkün değil. Birincisi, maddi şartlarım buna elverişli değil. Ben de bu ülkedeki pek çok insan gibi yazmanın yanı sıra başka şeyler yapmak durumundayım yaşayabilmek için. Ikincisi, galiba mizacım da buna elverişli değil. Hiçbir zaman tek bir uğraşı hayatımın merkezine yerleştirmedim. Açıkçası Bit Palas onlarca gündelik işin ve koşuşturmanın ortasında yazıldı. Sabah fatura ödeyip, öğlen üniversitede ders verirken; ev taşıyıp, ev sahipleriyle kavga ederken, bir yandan doktora tezine devam edip, bir yandan da yalpalayıp düşerken? Böylesine bir kaosun ortasında biçimlenir romanlarım. Dil konusundaki bakışınız, romana ağdırdığınız, yer etmesini istediğiniz dil düşüncenizi açalım istiyorum. Romanlarınıza bu açıdan baktığımızda arkaik bir dil örgüsü görüyoruz. Roman dili üzerine neler söyleyeceksiniz? Genellikle roman sözkonusu olduğunda dil ikinci planda tutulur. Bu önkabul uyarınca, bir romanda aslolan ne anlattığınızdır, onu nasıl anlattığınız değil. Türk romancılığının gelişimi içinde de dilin yer yer özensizce kullanıldığını görebiliyoruz rahatlıkla. Dil hep şiirin meselesi, şairlerin derdi olmuştur. Romanda ise akıl ve mantık öne çıkarılmıştır. Erkeksi bir mühendislik ile özdeşleştirilir roman. Bu noktada benim romancılığımın ayrıştığını, farklı olduğunu düşünüyorum. Dil benim nazarımda büyük öneme sahip. Açıkçası romancıların kendi yazdıkları metinlere sanıldığı kadar hâkim olduklarından da emin değilim. Ben bu kadar hâkim değilim en azından. Ne dile, ne de içeriğe. Yazmanın bir yanıyla ciddi bir kurgu ama bir yanıyla da bir vecd hali olduğuna inanıyorum. Yazmanın esrikliğini, kontrol edilemezliğini, kahpeliğini seviyorum ben. Bizde Osmanlı son dönemden bu yana romancıya "baba" rolünü atfeden bir yapı olagelmiş. Belli misyonlarla yazan romancılar, kendilerini metne hâkim ve okurun üstünde görmeyi kanıksamışlar. Oysa cansız bir hamur, biçimlenmeyi bekleyen bir çamur değildir dil. Dilediğiniz gibi alıp oynayamazsınız onunla. Çünkü bir süre sonra o da sizinle oynamaya başlar. Bazen siz bulmazsınız, yazı gelir bulur sizi. Alır, yıpratır, hırpalar, silkeler atar. Bit Palas ın değişken bir yüzü var. Bir tür başkalaştırma eylemini önceliyorsunuz. Ben ve öteki, biz ve siz.. Bu aralıktan bakınca; yabancılaşma, tutunamama halleri hep baskın geliyor. İçteki yolculuğun izlerini örten bir yolculuğa çıkar(ır)ken, o saklı kalanın sanrısını hissettiriyorsunuz. Burada şunu sormak isterim romancı/yaratıcı ben ile “öteki” ben arasındaki yakın uzak duruşun gerçekliği... Yani yazarken ne kadar siz, ne kadar “öteki ben” var anlatınızda? Başta da söylediğim gibi, roman yazarken tezatların peşine düşüyorum. Kendi içimdeki başkasını, başkalarındaki ben i arayarak. Bu çok soyut gelebilir ama bir kez böyle bir algılamaya açarsanız beyninizin kapılarını, bunun mümkün olduğunu görürsünüz. Tasavvufu bu yüzden severim. Birbirinden ayrı ayrı duran parçaların içindeki, arasındaki bağları gösterebildiği, küçüğü büyüğe, parçayı bütüne bağlayabildiği ve sonra da her şeyi tekrar parçalayabildiği için. Roman karakterlerinin önemli bir kısmı metnin içinde, yazdıkça şekillenerek gelişir. Yani ben önceden düşünüp, şöyle şöyle bir karakter yaratayım, onunla da şu şu mesajı vereyim demiyorum kendime. Yaşamalarına izin veriyorum karakterlerimin. Yaşamalarına, beni şaşırtmalarına ve kendi yollarını bulmalarına. Wittengstein ın çok sevdiğim bir sözü vardır. "Yazarken bazen elimi izlerim hayretle" der. "Meğer neler biliyormuş elim". Ben de böyle yazıyorum. Bazen oturup kendi karakterlerimin kâtipliğini yapıyorum. O yüzden bana değil, en iyisi kendilerine sormalı onları. Roman karakterlerim ilk bakışta benden çok farklı görünen insanlar gibi duruyor. Oysa onlar benim ruhdaşlarım. Ortak bir ruhsal paydamız var. Pinhan daki hermafrodit heterodoks derviş, Şehrin Aynaları ndaki dinsiz Musevi, Mahrem deki seyirlik insanlar ve şişko kadın, Bit Palas ın kompleksli sıradan-sıradışı sakinleri. İki şekilde yaratabilirsiniz karakterlerinizi. Muktedir yaratıcı gibi yukarıdan yönlendirmeye çalışırsınız karakterleri. Ve her birini belli bir misyonla, bir şeyi temsilen, bir işlevle atarsınız yukarıdan. Buna ben yukarıdan aşağıya yazma diyorum. Baba-yazarın merkezi yapılanması. Öte yandan daha ademimerkeziyetçi bir yapı kurmak da mümkün. Bırakalım aşağıdan yukarıya biçimlensin roman karakterleri. Kendi kendilerini yaşatsınlar, kendi isimlerini kendileri bulsunlar. Icığına cıcığına baştan sona planlanmış bir kurgu olmasın roman. Su gibi aksın, kendi yolunu bulsun. Ve akarken mümkün mertebe "hâkim yazar" rolünü de beraberinde sürükleyip parçalasın. Roman biçimini konuşalım istiyorum. Yazma sürecindeki yolunuzun önünde duranları, sık sık döndüğünüz mecraları, alışverişte olduklarınız...O biçim üzerinde çalışırken kimlerle yüz yüzesinizdir; nelerdir sizi besleyen, önünüzü açıp yol/yordam gösterenler? Bir yanıyla pek çok somut unsur sayabilirim. Kitaplar, bilgiler, entelektüel donanım, roman kurguları, somut gözlemler... Ama öbür tarafta daha soyut bir kaynak var. bilgiden ziyade sezgiden beslenen. Romanın, benim romancılığımın son tahlilde o soyut damar tarafından biçimlendiğini düşünüyorum. Sezgi bana yönümü gösteriyor. Bilgi ve akıl ve kurgu ise o yöne doğru nasıl gideceğimi. Sanrılı duygular, yitikliğin dili, çözülmenin aymazlığı ve tükenişin götürebileceği kıyı... Bit Palas, biraz da bu altüst oluşun resmini/suretini yansıtır. Bu kıyılarda gezinmenin sizin için anlamına dönüp baktığınızda, kurduğunuz dilin katmanlarıyla örtüşen, ayrışanlar nelerdi? Dilde de içerikte de benzer bir "çok katmanlılık" peşinde olduğumu söyleyebilirim. Bit Palas ta da bu rahatlıkla görülebilir. Bu bağlamda şunu da sormak isterim içgözü açık anlatıcısınız. O bakışın karşılaştığı durumları anlatınıza taşırken ne türden bir ayıklama yapar, onları benzerinin ötesinde bir kimliğe büründürürsünüz; yani burada yakın-uzak tuttuklarınız nelerdir? Romanlarımı okuyanlardan en sık duyduğum sözlerden biri de gözlem gücümün çok yüksek olduğu yönünde. Bu doğru olabilir ama ben gözlem yapmaktan oturup başka insanları gözetlemeyi anlamıyorum. Gözlem, illa da dışa dönük bir eylem olmak durumunda da değil. Bit Palas ta anlattığım bütün karakterler zaafları, kompleksleri, takıntıları, kuruntuları olan insanlar. Son derece canlı soluk alıp veren karakterler bunlar. çünkü aynı kompleksler, takıntılar bende de var. uzaktan bakmıyorum karakterlerime. Anlattığım romana tepeden yaklaşmıyorum. Zaten içinde olduğum şeyi anlatıyorum, zaten içimde olanı. Gününüzü yazıya böldüğünüzde, siz nerede en çok durursunuz; yazmak eylemi mi, okuma yordamı mı, yoksa gezmek/yaşamak uğraşımı daha çok içine alır sizi? Asla kendimi yalıtarak yazmadığım için, yazmak ve yaşamak zaten iç içe benim için. Edebiyatın memuriyete dönüştüğü, kalem efendiliğine karıştığı kavşaktan uzak durmak gerektiğine inanıyorum. İlla ki her gün düzenli saatler arasında yazmakta diretmektense, daha plansız, hesapsız ve fütursuz yazan bir damara yakın durmayı tercih ederim. Yüksek bir hedefe odaklanarak, o hedefe varabilmek için düzenli adımlarla tırmana tırmana yazmak, tutup bir bankada kariyer yapmaktan farklı değil. Sanatın bir esrikliği olmalı, anarşizme açılan pencereleri, kapıları. Ayıklıktan ziyade sarhoşlukla bağlantılı bir şey benim için yazı. Bunun son derece yıpratıcı bir yanı var şüphesiz. Ancak kendi küçük hayatlarımıza gömülüp, kapılarımızı dışarıya kapatarak yaptığımız her şey bir müddet sonra kendi içine kapanmaya, daralmaya mahkûm. Tanpınar, Ahmet Haşim den söz ederken onun hayatı "kasten daralttığını" söyler. Ben de "kasten genişletip, bozmaktan" yanayım mümkün mertebe. Yazarlığın çok tehlikeli bir yanı var bence. Zaten şişkin olan egolarımızı daha da şişirmeye meyyal bir mecra bu. Yani bir şeyi yoktan var etmek, yaratmak, kendinizi herkesten farklı, her şeyden öte görmeye alışmak? bir de bakmışsınız ki şişivermiş egonuz. Faniliği, geçiciliği ve aslında yaptığımız her şeyin ebediyetle değil, olsa olsa "şimdi" ile ilgili olduğunu unutmamayı tercih ederim. Mütereddit ruhları seviyorum ben. Egosu kalbur gibi delik deşik, sürekli hava kaçıran, su alan, batıp batmamakta kararsız mütereddit ruhları. "Her insanın içinde bir peygamber uyuklar ve o uyanınca felaketler başlar" diyor Cioran. Yazarların, bilhassa romancıların içindeki peygamberler hep uyanık, hep tetikte, gününü bekliyor. Bundan köşe bucak kaçmak istiyorum. Kahramanları ya da kahramanlık sevdalarını sevmiyorum. Brecht in sözü kulağıma küpedir daima "Toplumca ihtiyacımız olan şey kahramanlar değil, kahramanlara ihtiyacı olmayan bir toplumdur olsa olsa." Nasıl yazarsınız; araç gereçleriniz, yazdığınız ortam. ..Biraz bunlardan söz edin istiyorum. Günün her saati yazabilirim ama özellikle geceleri. Sessizlikte çalışamamam. Muhakkak bir ses olmalı. Bir değil bin ses olmalı. Sokaktan geçenler, kavga edenler, radyo, müzik, insan sesleri, komşuların tartışmaları, yaşamın sesleri olmalı. Bir de bilgisayar olmalı. Elyazımı görmeye tahammül edemem. Bunun dışında hiçbir şart yok.
Söyleşi: Feridun Andaç, Cumhuriyet Dergi, 11 Temmuz 2002
|