Duygusal ve düşünsel birikiminizin kaynağı nedir?
Bunun cevabının o kişi tarafından bilinebileceğinden emin değilim. Bunlar insanın bilinçaltına varan şeyler. Belki küçüklüğümde belli dönemlerde çok yalnız yetişmiş, çok fazla kendime dönük, kendi zaaflarımın, iyi ve kötü yanlarımın bilincinde olmam bence birtakım açılımları uzun vade de yakalamam sağladı. Bunun dışında çok okuduğumu söyleyebilirim. Düşündüğümde çok fazla kesintilerle örülü bir geçmişim var. Sürekli ortam ve kültür değiştirirken bütün o kopuşlar boyunca benimle birlikte gelen ve hayatımda sürekli olan şey yazıydı. Yazı da yazdıkça gelişen bir şey. Açıkçası ne somut bir kanıt, ne somut bir başlangıç söyleyebilirim. Daha soyut ve daha karmaşık olduğunu düşünüyorum. Bir sürü şey söyleyebilirim ama gerçek sebepleri belki ben bile bilmiyorum.
Duygu ve düşüncelerinizin seyrini etkileyen kavramlar neler?
Sevgi benim için çok önemli. Sevgi yazı ile yakından ilgili. Sevgi benim yönümü; akıl, bilinç, düşünce de o yöne nasıl gitmem gerektiğini belirliyor. Günlük hayatta da sezgileriyle yaşayan bir insanım. Sezginin temelinde görmek var. Özellikle Bit Palas’tan sonra insanlar, gözlem gücümün çok yüksek olduğunu söyledi. Belki doğruluk payı var. Ama benim gözlemden anladığım hafiyevari bir ayrıntı toplayıcılık değil. Gözümüz kendi içimize dönük de olabilir. Kendi zaaflarımızın, takıntılarımızın, komplekslerimizin farkında olmamız da iyi bir gözlemci yapar bizi. Bu anlamda belki iyi bir gözlemciyim.
Çember kavramına olan kişisel yaklaşımınız nedir?
Çember benim için çok önemli bir metafor. Metafordan da öte bir şey. Muhtemelen tasavvufa duyduğum sevgi ile de beslenen bir yeri var benim ruhumda. Zamanı çok farklı şekillerde algılayabilirsiniz. Çok daha çizgisel bir zaman anlayışına sahip olan ve Tanrı’yı daha çok celal yüzü ile algılayan, bunun üzerine inşa eden insanlarla, daha döngüsel bir zaman anlayışına sahip olan dervişlerin dünya görüşleri çok çok farklı yerlere uzanıyor. Bu ikinci zamanı her zaman sevdim, kendime yakın buldum. Okumaktan, düşünmekten, hissetmekten keyif aldım. Benim için çember ucu çok derinlere varan belki çocukluğuma kadar uzanan metafor. Bir dönem babaanne tarafında kaldım, bir dönem anneanne tarafında kaldım. Bir tarafta korku üzerine temellendirilmiş bir İslam anlayışı, diğer tarafta aşk üzerine temellendirilmiş İslam anlayışı. Muhtemelen bunların izleri kaldı bende. Hem teorik olarak hem de birebir kendi hayatımdan izler taşıdığını düşünerek, çemberin benim için çok önemli olduğunu söyleyebilirim.
Çembere giriş yaptığınız noktada oluşan boşluğun yaşamınızdaki yeri nedir? O boşluk kapanabilir mi?
O boşluk belki hep kalacak. Belki de yazmaya iten şey o boşluğu kapatmaya çalışmak. Aslında yazdıklarımla o boşluğun kapanmadığını görüyorum. Boşluğun kendisi motivasyon olabiliyor. Ayrıntılar hep dikkatimi çeker. Mesela geveze bir insanın sustuğu, ya da çok korkak bir insanın cesaretlendiği an. Sapmalar niye oluşur. Boşluklarda insan neye dönüşür. Kendi içimizde de farklı kişilikler taşıyoruz ve ben o boşluğu kapatmaya çalışmıyorum. Yatay ve dikey düzleminde yalan ve hakikati nasıl somutlaştırırsınız?
Dikey ve yatay benim için önemli semboller. Aslında ben dikeylikle bir apartman inşa ettim. Farklı mekanlardaki insanlara baktığımda insanların kılıfının çok net olduğunu görüyorum. İnsanların bu kadar hedefe odaklanmaları, bu kadar net geleceklerini planlamış olmaları bana iyi birşeymiş gibi gelmiyor. Ben daha kafası karışık, ne yaptığını o kadar da bilmeyen, inişi çıkışı, yarası beresi bol olan insanları daha çok seviyorum. Dikeylik öyle bir metafor benim için. Apartmanın dikeyliği de aynı sembol doğrultusunda kullandığım birşeydi. Çember öyle değil. Çember benim için bir özgürlük. Çünkü saçma gerçekle yalanın harmanlandığı bir şey. Çemberde bunu tayin edemezsiniz. Böyle bir şeyin anlamı da yoktur artık. Birazda saçmalığı, irrasyonel akıldışı olana övgü aynı zamanda Bit Palas.
Aşkın evrensel kimliği?
Batı büyük bir genelleme, belki doğu daha büyük bir genelleme. Ben daha mikro düşünce sistemlerini seviyorum. Benim için önemli iki şey aşk ve tutku, onlardan daha az önemli olan sevgi ve güven. Sevgi ve güven üzerine düzeninizi kurarsınız yani düzeniniz oradadır. Orada yaşamaya devam edersiniz. Benim hayatımda yönlendirici olan kelimeler bunlar değil. Ben aşık olmadığım yerde durmak istemiyorum. Tutkunun kalmadığı yerde, o düzenle galiba yetinemiyorum. Hayat ve insanlarla ilişkim tutku ve aşk odaklı.
Görünen ile görünmeyen ayırımında "mış gibi " yaşamaya bakışınız nedir?
Benim için çok önemli bir ayırım görünenle görünmeyen. Zahiri – batıni çok önem verdiğim ayırım. Romanların isimlerine baktığınız zaman bile bunu farkedebilirsiniz. Görünen çok şey söyler. Kendim, başkaları, hayat ve kitapla ilişkim de de görünmeyen beni çeker. Bu yüzden de romanlarımda belki beni yönlendiren, o bilinmeyeni bulma çabası. Görünenin değil de görünmeyenin peşinden gitmek.
Türk modernleşmesinin kadın prototipleri ve marjinaliteye tahammül sınırına ne kadar yakınlık ya da uzaklıkta görüyorsunuz kendinizi?
Türk modernleşmesini cumhuriyet döneminden itibaren bugüne kadar getirdiğimizde, Türk toplumunun övdüğü ve sövdüğü kadın modelleri olduğunu düşünüyorum. Kimlere hangi dönem kötü gözle bakılmışsa, ne sebeple bakılmış. Ana yoldan sapan, marjinal görülen, biraz daha kenarlara itilen kadın tiplemelerine bakıyorum. Bunun çok çeşitli sebepleri olabilir. Kimliğin sabit verili bir şey olmadığına inanıyorum. Ama toplumumuz insanları çok sabitleyerek ele alıyor. Oysa kamusal alanda marjinal zannettiğimiz bir kadın, kocasıyla ilişkisinde kuzu gibi olabilir. Bu yüzden kimlik çok değişken. O değişkenliği kaybetmeden birçok açıdan marjinal bir insan olduğunu düşünüyorum. Ama şüphesiz marjinal olmadığım ilişkiler ağı da var.
Farklı olma ile marjinalliği tanımlar mısınız?
Ben marjinalliği sadece farklılık olarak anlamıyorum. Marjinallik daha egemen bir kültürü ve söylemi parçalayan veya onunla çok fazla uyuşmayan bir duruşu getirir. Marjinal olan herşey farklıdır. Ama her farklı marjinal değildir bence. Alt kültürlere çok önem veriyorum. Yaşadığımız birçok şey ataerkillik, kapitalizmin getirdiği insan, zaman, emek anlayışına, baktığınız zaman dünyanın her yerinde olduğu gibi Türkiye’de de eleştirilecek boyutları var. Ama en önemli fark batı kültürüne baktığımızda eleştiriler karşısında muhalif bir alt kültür görürüz. Tarihsel anlamda da bugün itibari ile de sapmalar, kenarda kalan insanlar, kıyılara itilen kimlikler ilgimi çeken konular. Romanlarımda ki insanlar genelde bu özelliklere sahip insanlar.
Romanlarınızda giriş ya da önsöz yazılarının olmayışının sebebi nedir? Bunun çember kavramıyla ilişkisi var mı?
Alışılmış roman teknikleriyle yazmıyorum ben. Önceden bir kurgu yapıp sonradan kağıda aktarmıyorum. Birçok noktada - Mahremde de bunu hissettim - nereye gittiğimi bilmeden yazıyorum. Bu bazen bana vecd hali gibi geliyor. Başka türlü bir bilinçaltı akışı var burada. Bu yüzdende klasik bir roman kurgusu ile karşılaşmıyorsunuz. Bence önemli olan akış. Dil ve kurgu aktıkça akan bir şey. Onun içine girip giremediğiniz önemli. Hiçkimsenin işinden muaf olduğunu düşünmüyorum. Ben bunu yazıyorum da kim ne derse desin diyemezsiniz. Sonuçlarından etkilenirsiniz. Ama sonucu önceleyerek yazmaya başlarsanız o zaman samimiyetsizlik başlar.
Roman yazarının mahremiyet sınırları nedir?
Romanda birebir kişilerin istemediği ayrıntıların anlatılması hoşuma gitmiyor. Hayal ile hakikat arasında müthiş geçişlilikler var. Mahrem romanımda orada geçen bir çocukluk bölümü kendi çocukluğumdan küçük küçük semboller taşıyor. Samimiyeti çok önemsiyorum. Samimiyet varsa yazının çok da engel taşımadığını düşünüyorum. Yazının kendisinden ziyade başka şeyleri hesaplayarak insanları üzen hikayeleri anlatıyorsanız, bu okurun hemen hissedebileceği bir şey.
Romanlarınızda kullandığınız dil üzerinde odaklaşan yorumlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bence dili şiirde çok, hikayede biraz önemsiyoruz. Romanda ise önemsemiyoruz. Bence ne anlattığımız kadar nasıl anlattığımız da önemli. Bazen nasıl anlattığımız ne anlattığımızı, bazen de ne anlattığımız nasıl anlattığımızı etkiler. Pinhan daha çok öykü diline sahip. Çünkü orada bir dervişin hikayesini anlattım. Bu konu kendi dilini getirdi beraberinde. Ama Bit Palas’ta başka bir dil kullandım, Mahrem’de farklı bir dil. Sabit bir dil seçip kireçlenmiş bir şekilde ona yapışmak bence hikayeyi kendi sessizliğine mahkum ediyor. Ben çoğulculuktan yanayım. Benim hayata bakış açım da böyle. Bu sadece dil ile ilgili değil, geçmişten, kültürden ne anladığınızla da ilgili bir tartışma. Bit Palas’ı yazarken İstanbul’da çok dolaştım. Çöp resimlerini topladım. Sokaklarda yazılmış bir kelimenin açıp sözlükte anlamına baktım. Dil ile ilgili tartışmalar küçük noktalarda düğümleniyor.
Anlaşıldığınızı düşünüyor musunuz?
Tavrımın çok fazla anlaşılmadığını düşünüyorum. Çünkü ben kafası karışık bir insanım. Türkiye’de kategoriler çok net. Herkes kendi yerini emin bir şekilde bulmuş durumda. Romanlarda kullandığım dil birçok insanın kafasını karıştırıyor. Pinhan’dan sonra her kesimden birçok insanın şaşırdığını gördüm. Kafalarda sürekli şablonlar var. Ayıklama üzerine kurulu bir dil, kültür ve geçmiş anlayışımız olduğunu düşünüyorum. Kimlikler ve kullandığımız dil çok kireçlenmiş. Çok hızlı bir modernleşmeden geçtik. Çok mekanik bir batılılaşma yaşadık. Ama buna karşı muhafazakar bir tepki birikti. Çok farklı gibi görünmekle birlikte birbirinden çok farklı değil. Çünkü her ikisi de ayıklamacı bir dil ve tarih anlayışına sahip. Bizde gelenek bağnazlıkla özdeşleştirilir. Bir önceki kuşaktan bir sonraki kuşağa kültür devretmiyor, bilgi akmıyor. Bugün itibariyle farklı farklı cemaatler olarak yaşıyoruz. Ben bunların deşilmesinden yanayım. Bu yüzden de birçok insanın yadırgadığını düşünüyorum. Ben daha eleştirel ama kendi köklerinin daha farkında olan üçüncü bir yol bulunması gerektiğini düşünüyorum. Bu yaklaşımımda bir dönem Türkiye’ye dışardan bakmış olmamın etkisinin olduğunu düşünüyorum.
İstonbul Dergisi, Sayı: 7, Nisan-Eylül 2002
|