Amerika’da yaşam, yazma eyleminizi nasıl etkiledi? Yeni romanınızın oluşumu, oradaki yaşamınız arasındaki paralelliklerden bahseder misiniz? Amerika göçmen toplumu. Geçmişi zedelenmişlere hitap eden bir toplum. Dünyanın geri kalan yerlerinde ise geçmiş ve kökler belirleyici, babanızın kim olduğu, hangi aileden geldiğiniz, kuşakların sürekliliği, toplumsal ağlar, ailevi bağlar, süreklilik duygusu... Ben bunlara dahil hissetmiyorum kendimi. Benim gibi “göçebe taifesi”nden olanlar için göçmen toplumunda olmayı seçmek tesadüf değil herhalde. Fakat işin zorluğu burada iken aklınız geride bıraktıklarınızda. Ne tam buradasınız, ne tam orada. Bir eşikte yaşıyorum. Romanımda da eşikte yaşayanlar anlatılıyor. Önceki romanlarınızın dokusunda deyim yerindeyse temelinde İstanbul vardı. Şimdi İstanbul’dan uzakta olmak, yazar kimliğinizde bir değişiklik yarattı mı? İstanbul’dan ayrı kalmak daimi bir sızı benimle beraber gelen. Zedelenmiş bir aşk ile bağlıyım İstanbul’a. Ne onunla olabiliyorum ne onsuz galiba. Buraya geldikten sonra bir sene boyunca rüyalarımda hiç mekân görmedim. Daha yeni yeni İstanbul’u ve New York’u görüyorum rüyalarımda. Tanıdık yerler görmeye başlamam bir sene sürdü tastamam. Mekân duygusu uzunca bir dönem zedelendi. Romanınızı İngilizce olarak yazdınız. Türkçe dışında bir dilde düşünmek ve o dili roman yazacak kadar iyi kullanmak nasıl mümkün oluyor? Romanınızı Türkçe yazmanız mümkün değil miydi? Neden İngilizce yazdınız? Yeni kitabımı İngilizce yazmamın birincil sebebi hikayenin kafamda, zihnimde, kimyamda İngilizce şekillenmiş olması. Ne zaman ki İngilizce rüya görmeye başladım, İngilizce yazmaya başladım. Tıpkı çocukluğumda İspanya’da yaşarken İspanyolca yazdığım gibi. Ancak ve ancak dilin içinde yaşıyorsanız ve dil de sizin içinizde yaşıyorsa o dilde edebiyat yazabilirsiniz. Yoksa “hadi şimdi de İngilizce yazayım” diye yazamazsınız. Benim için İngilizce yazmaya başlamak büyük bir riskti. Bildiğim sulardan çıkıp, bilmediğim sulara girdim. Ama roman sürükledi bu yöne, ben de o riski aldım. Önceki romanlarınız dil ve anlatım açısından kusursuz sayılabilecek bir yapıya sahip. Türkçenin olanakları ve güzelliği pek çok açıdan romanlarınızın ana izleği içinde kendine önemli bir yer ediniyor. Yabancı bir dilde yazarak bu olanaklardan vazgeçmek zor olmadı mı? Pek çok romancının aksine ne anlattığım kadar neyi nasıl anlattığımı da önemsedim hep. Dil, edebiyatımın ayrılmaz bir parçası oldu. Türkçenin katmanlarını çok seviyorum. Ne var ki, Türkçe baltalanmış, zedelenmiş bir dil. Osmanlıca mirastan, Arapça Farsça kelimelerden kurtulma adına fena halde budanmış bir dil. Benim eski kelimeler ile yeni kelimeleri harmanlamam pek çok insanı şaşırttı Türkiye’de. Kullandığım Osmanlıca kelimelere hayret ettiler. Osmanlıca kelimelerden vazgeçmediğim için beni “modernite projesi”ne ihanet etmekle suçlayanlar oldu. Ben Türkiye’de cehaletin kutsanmasına anlam veremiyorum. Bilmediği kelimeleri öğreneceği yerde, cehaletini kutsayıp Türkçeyi 200 kelimeden ibaret bir dile çevirmeye kalkışabiliyor insanlar. İngilizcenin yapısal ve dokusal farklılığı daha farklı yazmaya itiyor. Bizde dilin romancı üzerindeki etkisi üzerinde pek durulmaz. Genel hatlarıyla Türkiye’de romancılık dili pek önemsemez. Romancılar Türkçeyi özensiz kullanır. Önemli olan ne anlattığınızdır, nasıl anlattığınız daha geri planda kalır. Benim için böyle olmadı hiçbir zaman. Dili çok önemsiyorum. Dilin yazarın üzerinde bir hâkimiyeti olduğuna inanıyorum. İngilizce yazmaya başlayınca gördüm ki farklı yazıyorum. Bu tamamen iki dil arasındaki farklılıktan kaynaklanıyor. İngilizce kelime hazinesi açısından çok güçlü bir dil. Gerçi biz dildeki Arapça Farsça Osmanlıca kelimelerden arınmak, “milli dil” kurmak adına elimizde makaslar Türkçeyi acımasızca kırpmasaydık, Türkçenin de kelime hazinesi çok genişti vaktiyle. İngilizce yazmaya başladığımda İngilizcenin kelime hazinesi karşısında etkilenmediğimi söylesem yalan olur. Bir dilden bir dile geçerken üslûbum değişti. İçimdeki başka başka sesler açığa çıkma fırsatı buldular. Her şeyden evvel içimdeki mizah açığa çıktı. İngilizce yazarken mizahı serbest bırakabiliyorum. Türkçe yazarken ölçülü ölçülü salıyorum içimdeki engin mizah duygusunu. Dillerin dokusu ve mayası o kadar farklı ki her iki dili farklı biçimlerde kullanıyorum. Eğer mizah ve hiciv yapmak istiyorsam İngilizce yazmayı tercih ederim, yok eğer daha durgun ve hüzünlü ise yazımın aksi Türkçe yazmayı tercih ederim. Geçmişi yazmak için Türkçeyi, bugünü yazmak için İngilizceyi tercih ederim. Amerika’da olduğunuz süre içinde Türkiye’deki gazete ve dergilere sürekli olarak yazmaya devam ettiniz. Bu yazılar, kendinizden haber vermek anlamı da taşıyor mu bir parça? Üstelik, sürekli yazma temrini yapmak, yazarlık pratikliği sağlıyor mu? Amerika’dan Türkiye’ye yazmaya devam etmemin birkaç sebebi var. Birincisi, ben hayatı yazı aracılığıyla algılıyor, yazarak yaşıyorum. İkincisi, edebiyat ile siyasetin, siyaset ile kültürün kesişim noktalarında gezinmeyi seviyorum. Romancı sadece roman yazar. Geri kalanla ilgilenmez zannını yıkmak istiyorum. Üçüncüsü, Türkiye’dekileri Amerika’dan, Amerika’dakileri Türkiye’den haberdar etsin istiyorum yazılarım. Dördüncüsü ve en önemlisi, yazı benim bavulum. Çocukluğumdan beri bir ülkeden bir ülkeye sürüklendim durdum. Hiçbir zaman bir yere yerleşemeden. Oradan oraya giderken benimle beraber gelen tek şey, hayatımdaki yegane süreklilik yazı oldu. Bu romanda, kendi yaşamınızdan izdüşümler var mı? Kendi yaşamımdan izdüşümler var elbette. Her şeyden önce “yabancılık” duygusu üzerine bir kitap bu. Ben ruhen bir göçebeyim. Çocukluğumdan beri bir yere yerleşmeden, kök salmadan, bir ülkeden bir ülkeye yolculuk edip durdum. Yerleşik hayata ve yerleşiklere yarı gıpta yarı hayret ile bakan bir göçebeyim. Benim için yaşam bir yere yerleşmekten ziyade, sürekli bir yol hali. Daimi yolculuk. Bu roman da o yolculukta bir sonraki durak. Üretken bir yazar olduğunuzu düşünüyorum. Hızlı yazdığınızı ve zaman zaman çok yazdığınızı da söyleyebilirim. Yazı ile olan ilişkinizi, son romanınızı yazma serüveninizi de göz önünde bulundurarak anlatır mısınız biraz? Hızlı mı yazıyorum, çok mu yazıyorum tartışılır; çünkü bunlar göreli sıfatlar. Kime göre, neye göre, hangi kıstaslara göre? Nedir yazmanın hızı? Bir kitap kaç senede yazılmalıdır? Var mı bunların evrensel formülleri? Boris Vian iki-üç ayda bir roman bitirirdi. Samuel Beckett, Godot’yu Beklerken’i üç ayda yazdı. Iris Murdoch, otuzun üzerinde kitap yayınladı. Halide Edip Adıvar, Hüseyin Rahmi Gürpınar peş peşe romanlar yayınladılar. Yüzlerce örnek verebilirim size. Yazmanın genel geçer bir reçetesi, formülü kuralı yok. Tek bildiğim, yazmak benim için soluk almak demek. Soluk alan birine “çok nefes aldın, dur biraz bekle” denir mi? Benim için yazı, yaşam ile iç içe, kenetlenmiş. Bir röportajınızda sezgiyle yazdığınızı söylemişsiniz, nedir sezgiyle yazmak? Yeni romanınız da sezgisel bir sürecin sonunda mı oluştu? Sezgiyle yazmak yanlış anlaşıldı çok insan tarafından. Çünkü biz “ifrat ve tefrit” toplumuyuz. İlla ki ya kara olacak ya ak. Sezgi ile yazmak, aklı, bilgiyi, kurguyu kullanarak yazmanın tezadı demek değil. Hiç kurgu yapmam demek değil. Tam tersine her roman için hayli araştırma ve titizlikle kurgu yaparım. Ama tüm bu parçaları bir arada tutan zamk akli bir zamk değil. Sezgisel bir zamk. Bazen nereye gideceğini bilmezsiniz yazının. O alır başını gider. Karakterler kendilerini dillendirir, hikâye kendini sürükler. Bazen yazı bir vecd halidir. Adeta yazı kendini yazdırır. Ben kâtibiyim hayal gücümün.
Söyleşi: Sevengül Sönmez, Zaman Turkuaz Eki, 18 Ocak 2004
|