Elif Şafak genç bir yazar, aynı zamanda Elif Şafak bir kadın yazar; ama o bu tanımlamalardan hoşlanmıyor. Çünkü bir kalıba girmek, bir hududun gerisinde kalmak, ona göre değil.
“Arada kalmışlık duygusunun potansiyelini seviyorum.” diyen Şafak için arafta durmak, hudutları aşmak anlamına geliyor; edebiyat da bunun en iyi yolu...
Bir süredir çalışmalarını Amerika’da sürdüren yazar, Boston’dan son romanı Araf ile döndü. Yolları Boston’da kesişen üç farklı milletten (Türk, Faslı, İspanyol) üniversite öğrencisinin öyküsünü anlatan Şafak, bir yandan kültürel farklılıkları, bir yandan da ‘sarkaç ruhlar’ ve diğerleri arasındaki farkı ele alıyor kitabında. Yazar, romanın konusu hakkında, “Öğrenim görmek için yurtdışında bulunanların hikâyesi edebiyatımızda yer almadı. Aileler bazen adını bile telaffuz edemedikleri bölümlerde doktora yapsınlar diye çocuklarına destek veriyor. Çocuklarıysa gittikleri yerlerde bambaşka hayatlar yaşıyor. Bu hikâyeleri takip etmek istiyorum; çünkü hem samimi hem de hüzünlüler.” diye konuşuyor.
Kitabın hemen başında, topal bir karga ile topal bir leyleğin birlikte uçup yemlendiğinden bahseden, Mesnevi’den alınmış bir paragraf var. “Yabancı bir yere gider gitmez kendimize bir sürü buluyoruz. Çünkü hepimiz topal kuşlarız.” diyen Şafak, örnek olarak da Amerika’daki bir gözlemini aktarıyor. “Faslı öğrenciler Faslılarla, Türk öğrenciler Türklerle dolaşıyor. Bu grupları bulana kadar da kimseyle iletişim kurmuyorlar. Bu, aynada aksini görmek istemek aslında, benmerkezci bir tavır.” Şafak ise bu durumu bir zenginlik olarak görüp değerlendirmekten yana. Hatta “Türk doğuyorsun, biraz Arap gibi yaşa bakalım, Arap doğduysan bir süre Meksikalı gibi olmaya çalış.” şeklinde ilginç önerilerle yaklaşıyor meseleye.
Değişken olan bir başka şeyse Elif Şafak’ın üslubu. Yazar, üslubunun her kitapta değiştiğini söylese de Araf’ta belirgin bir farklılık göze çarpıyor. Âşinası olduğumuz çağrışımların peşinde kıvrılıp giden cümlelerden örülü anlatım yerine, daha yalın bir ifade söz konusu bu kez. Üslubun sadece kitaptan kitaba değil, bir kitabın bölümleri arasında da değişiklik arz edebileceğini belirten yazar, “Araf’ın başında diyalog ve olay ağırlıklı bir anlatım var, ama ileride değişiyor.” diye konuşuyor. Ayrıca bu kez, mizah duygusu kendini iyiden iyiye hissettiriyor ki Şafak, bunu Türkçe yazarken uyguladığı otosansürün kalkması olarak yorumluyor. Bu noktada romanın İngilizce yazılmasına da değinmek gerek. Öncelikle anadil dışında yazmanın geri dönüşsüz bir tercih olmadığını belirtiyor Şafak. “Ya o ya bu kültüründe yaşıyoruz, bense hem o hem bu diyorum. Türkçeye sevdam başka ve onun yerine bir şeyin geçmesi söz konusu değil. Ama bu, başka dilde yazmamak anlamına gelmez. Birileri de çıksın İtalyanca yazsın isterim.” Yazılarında Türkçenin zenginliğini başarıyla yansıtan Şafak, İngilizce yazdıkça Türkçeyi de daha iyi fark etmiş. “Baltalanmış bir dil kullanıyoruz, kelimeleri enkaz altından çıkarıyorum.” diyen yazar, “İngilizcede ise 300 yıl önceki kelime de İrlanda kökenli kelime de Çinli göçmenlerin kelimeleri de işin içine giriyor. Kelimenin kökenine değil, dille nasıl örtüştüğüne bakılıyor. Türkçede ise ‘gerçek’ yerine ‘hakikat’i kullanırsan kıyamet kopar.” diye konuşuyor.
Kitapta farklı kültürlerin temsilcileri olarak Arapça ve İspanyolca kelimeler çıkıyor karşımıza. Bunun yanı sıra bir de söze dökülmeyen, bakışlarda, tavırlarda ve davranışlarda ifadesini bulan bir dil var. İktidarı elinde tutan yazılı dilin arasına bu tür ifadeleri sokmayı sevdiğini söylüyor Şafak. Çeşitliliği seven yazarın beslendiği en büyük kaynak da buna benzer tezatlar zaten. Şafak, ‘büyük laflar edenlerin ayaklarının burkulduğu’ anlarla ilgili, kendi deyimiyle ‘bütündeki sapma’ onun hareket noktası. O yüzden Araf’ta yaşanması muhtemel bir olayın içine bir sürü ilginç tesadüf karıştırıyor Şafak; “Gerçeklik, fantezinin içindedir.” diyerek. İstanbul da işte bu sebepten efsunlu bir şehir; güzelin de çirkinin de en uç noktasını barındırdığı için. Şafak, “Romanlarımda başlı başına bir karakterdir.” dediği İstanbul için, “Tezatlarından yeni tezatlar doğuran şehir.” tanımını yapıyor.
Elif Şafak: İsimlerimizi hak etmeliyiz
Şafak ilk romanı Pinhan’da “İsimler büyülüdür. Sadece büyülü mü, isimler hem büyücüdür.” demişti. Araf’ta ise “İsimler, insanın varoluş kalesine uzanan bir yoldur.” diyor. Nedir ismin önemi? “Aslında büyük dedenin adı, nüfus memurunun yaptığı yanlışlık gibi çok tesadüfi sebeplerle ediniyoruz isimlerimizi. Oysa ben, içine doğulan değil, Orta Asya âdetlerindeki gibi, edinilen isimlerle olan ilişkileri merak ediyorum. Bu lakap olabilir, bir yakıştırma olabilir. En basitinden ben kendi soyadımı değil, seçtiğim bir ismi kullanıyorum.” diyen Elif Şafak’ın ismiyle arası iyi. Özellikle ‘elif’in tasavvuftaki anlamlarını sevdiğini söyleyen yazar, “Elif adını, bilinmeye açılan bir kapı gibi algılıyorum.” diyor.
Söyleşi: Elif Tunca, Zaman, 10 Mayıs 2004
|