Tutunamayanların, eşikte kalmışların, deliliğin sınırlarında gezinenlerin, her dem yabancılarınromanı Araf, İngilizce yazıldı; ama önce Türkçe basıldı.
Amerikalılar kitabın orijinalini Türklerden birkaç ay geç okuyacak. Yazarı Elif Şafak, ruhunun koordinatlarına aşina olduğum bir dost. Kitabı, onunla konuşur gibi okudum. Söyleşirken, bu okuma biçimini korudum. Bu metni, kitabı henüz okumayanları düşünerek, kurgu, karakter tahlillerinden arındırarak özetledim. Araf’ı okuduktan sonra, dönüp yeniden söyleşimizin okunacağını hayal ettim.
-Romanının Amerika’da basılmasını kitabın gücüne bağlamışsın. İngilizce yazmasaydın, üstelik Amerikalıları anlatmasaydın, yine de basarlar mıydı? -Elbette İngilizce yazılmasının rolü büyük. Mesela bundan önceki dört romanıma değil, doğrudan buna ilgi gösterdiler. Çünkü o kitaplar Türkçe yazılmış, İngilizceye çevrilmemişti henüz. ABD’de bu iş devasa bir endüstri. Edebiyat alanında basılan kitapların yüzde iki buçuğu çeviri. Amerikan okuru Avrupa’dakinden çok daha içine kapalı ve muhafazakâr. İngilizceden Türkçeye çevrilen roman oranıyla, İngilizce konuşan dünyadaki çeviri kitapları oranına baktığımda farklılık var. Biz daha çok okuyoruz başka ülkelerin edebiyatlarını. Böyle bir ortamda yapabileceğim tek şey, kitabımın çevrilmesini sağlamak. Kore, Finlandiya gibi ülkelerde yazarı destekleyen sivil toplum kuruluşları var. - Türkiye’de ise kültür öncelikli amaç değil. - Romancının maddi durumu, yazdıklarının tanınma koşullarını çok belirliyor. Araf’ın şansı İngilizce yazılmış olması oldu. Ama İngilizce yazılan o kadar çok eser var ki. Kitabım Amerika’da okunsun diye İngilizce yazmadım. Bana bu kitap, İngilizce geldiği için, rüyalarıma İngilizce girdiği için İngilizce yazdım. - Romanının kabul edilmesinde, Amerikalılara bir ayna tutmanın etkisi olmuştur. - Tabii ki. Çünkü 11 Eylül’den sonra bence Amerikan toplumunda dışarıdan çok görülmeyen bir katmanlaşma var. Bir tarafta büyük çoğunluk var. Hiçbir şeyle ilgilenmeyen ve kendisini dünyanın çok ötesinde gören. Bir de bundan son derece mustarip, kendini biraz da dışarıdan, bir yabancının gözünden görmeye çalışan, hataları anlama gayreti içinde başka bir var oluş tarzı var. Bu gruptakilerin ilgisini çekti bu tema. Çünkü ben Amerikalıları da anlatıyorum, Türkleri de, farklı kimlikleri de. Yapmak istediğim şey, tam da o kimliklerin ötesine geçebilmek. - Amerika’da ne tür yorumlar aldın? - New York’taki ajanslar, yayın evleri, editörler, en çok mizah ile hüznün bu kadar iç içe geçmesinden, geçebilmesinden etkilendi. Bu, benim de hoşuma giden bir yorum. Türkiye’de maalesef, yazı değil yazar odaklı bir ilgi var. Yani sürekli konuşulan; yazarların görüşleri, kişilikleri, yaşları, görüşleri, cinsiyetleri, dedikodular. Adacıklar halinde yaşıyoruz. Filanca bey ve onun müridleri. Falanca hanım ve onun müridleri. Her grup, kendisi dışındaki bütün gruplarla alay ediyor. Entelijansiyaya baktığın zaman, yazan, düşünen insanlar, bütün enerjilerini birbirlerini didiklemekle geçiriyor. Yazarları böyle birer imaj olarak ön plana çıkartmaya çalışan ve yazının analizini bu kadar hor gören bir kültür olgusu beni kaygılandırıyor. Amerika’da hoşuma giden şey, benimle tamamen edebiyat konuşan insanlar bulabilmek oldu. Hani ismim, cismim, yaşım, bilmem ne değil de, yazı üzerinden iletişimin olması. - Gerilim, asosyallik, kabuğuna saklanmışlık da bitti herhalde. Şimdi şen ve sosyal günlerini yaşıyor olmalısın. Sürekli içinde sarkaç olan bir insansın. Kitap bittikten sonraki o salınmayı anlatsana. - Sarkaç hep var, hep vardı. Ama bu seferki daha güçlü oldu. Çünkü bildiğin sulardan çıkıyor, yeni bir denizde yüzüyorsun, bir. Bildiğin şehirden çıkıyorsun, yepyeni bir ortamdasın, iki. O, neredeyse mutlak yabancılaşma, bir yönüyle çok cesur kılıyor insanı. Daha esnekleşmişsin artık. Sınırlar kayboluyor. Ben, hep deliliğe çok yakın olduğumu düşündüm. Mesela kitabı götürürken, New York Metrosu’nda karşıma bir meczup oturdu. Adam, felaket kokuyor. Herkes kaçıştı, abartılı mimiklerle, onu kınadıklarını beş-on kez göstererek yanından uzaklaştılar. Bir süre sonra şöyle bir hal aldı. Vagonun iki ucunda insanlar toplanmışlar. Karşımda meczup oturuyor. - Sen kaçmadın tabii ki. - Orada kahramanlık olsun diye durmuyorum. Zaten oradayım. Çok ince bir sınır var arada. Bence o insanlarla da arasında ince bir sınır var. Ama onlar bunu görmek istemiyor. Oysa o kadar uzak ihtimaller değil, hayatın tepetaklak olması, kendisini böyle ak, temiz zannedenlerin ayağının tökezlemesi. Ben belki ihtimallerin daha çok farkındayım. Dünyayı, hayatı okuduğunuz zaman, tesadüflerin rolü, küçük küçük kıvrımlar, yol ayrımları, bizim çok ötemizde olan bir sürü gücün nasıl işlediğini anladığınız zaman o meczubun olduğu yerdesiniz zaten. - Yazıp bitirdikten sonra anadili İngilizce olan birisi okuyup düzeltti mi? - Tabii. Zaten editörler, bizdekinden farklı olarak, romanın diline bakıyor. İki ayrı editör, iki ayrı şeye dikkat ederek okuma yapıyor. Bizde editörler, yazar çok ünlüyse müdahale etmeye cesaret edemiyor. Zaten yazıyı konuşmaktan çok satış stratejileri ve yazarın pazarlanması konuşulduğu için metne edebi müdahale edilmiyor. Bu yazarı ilk bakışta özgür bırakan bir şeymiş gibi görünse de yazarın aleyhine aslında. Benim en çok ihtiyacım olan şey, edebiyat eleştirisi. Çünkü o kadar çok içindesin ki kitabın. Artık bir süre sonra görememeye başlıyorsun. - Kitabın İngilizce adı, Başlamakta Olan Deliliklerin Azizi. Bu mesela Türkçeye, ‘Cinnet Getirenlerin Evliyası’ diye çevrilebilirdi. Neden Araf dedin? Tamam, iki dünya arasında sıkışıp kalmışları, eşiktekileri anlattığın, çok açık. Bunu sen mi istedin? - Bunu tamamen ben istedim. Kitabı Türkçeye çeviren Aslı Biçen, bence müthiş bir iş çıkardı. Metin bana geldiğinde İngilizceden Türkçeye nasıl çevrilmiş, bunu görüyorum. Bit Palas da aynı dönemde İngilizceye çevrildi. Onda da Türkçeden İngilizceye nasıl bir metin çevrilir, onu gördüm. Çok enteresan. İngilizce yazarken, Türkçeyi daha iyi anlıyorsun. Bir şeyin bir adım dışına çıktığın zaman, yani yabancılaştığın zaman daha çok içinde oluyorsun. Mesela takip ediyorum, hangi kelimeler çevrilebiliyor Türkçeden başka dillere. Bir başka dilden Türkiye’nin kapılarından girmekte zorlanan kelimeler neler? Türkiye’de yapılan dil devrimini hiçbir zaman hazmedemedim. Pinhan’da kullandığım tasavvuf diliyle veya daha önceki romanlarda kullandığım Osmanlı kültürüne olan sevgimle, bu yeni roman bir süreklilik arz ediyor. Türkçenin birincil anlamları değil, mecazları, soyutlamaları, metaforları üzerine çok düşündüm. Ve karar verdim. Araf ne kadar kudretli bir kelime. Onun tılsımı bambaşka bir şey ve ne yazık ki, İngilizce böyle bir kelimeye sahip değil. O zaman İngilizcedeki başlığı olduğu gibi çevirmeye çalışmak yerine, başlı başına kudret içeren bu kelimeyi kullanmalıyız, diye düşündüm. - Araf’ta, eşikte kalmış karakterleri yazıyorsun. Sen de onlardan biri olmasaydın, bu kadar güçlü anlatılamazdı. Her karakterde ne delilik varsa, kesin sende de var değil mi? - Romanda anlatılan her türlü deliliğe aşinayım. Bundan önceki romanlarda da öyleydi. Her romanda hangi karakterin yazarı temsil ettiğini aramak, belki bir başka yazar için doğru soru olabilir, kendim açımdan doğru soru olmadığını düşünüyorum. Çünkü, daha parçalı bir kişiliğim var. Bu yüzden edebiyatı çok seviyorum. Bütün o parçaları bir arada tutan zamk yazı. Yazmazsam, dağılır o parçalar gibi geliyor. - İngilizce yazarak, kendi yabancılığını körüklediğini düşünüyorum. - Doğru. Yangına körükle gittim. Zaten bir yangın vardı. Çocukluğumdan beri gelen bir yabancılık duygusu var. Ama bana en çok İstanbul acı veriyordu. Çünkü ben bu şehri o kadar çok seviyorum ki, burada yabancı olduğunu görmek, çok hüzünlü bir şey. Dışarıda ise zaten yabancısın. - Çok güzel anlattın. Öff! Peki şimdi göçebeliğini pekiştirdin, Amerika’ya gittin. Şimdi, pekişmiş bir göçebelik senin Türkiye’ye dönüşünü daha da zorlaştırdı mı? - Kesinlikle, çok zorlaştırdı. O yüzden Araf benim için çok önemli olan bir kelime. Amerika’da birçok Türk’le tanıştım. Orada olmaktan memnun ve üretken. Burada da birçok insan, İstanbul gibi bir şehirde özellikle. Veya Türkiye’de yaşayan birçok eşim, dostum, çok sevdiğim insanlar var. Bense ne tam bu taraftayım, ne tam oradayım. Bir şekilde ihtiyacım var ara ara İstanbul’dan uzak kalmaya. Ama aslında ben buraya gönülden bağlıyım. Böyle garip bir şey. Eskiden bunu sorun olarak algılıyordum. Şimdi bir özgürlük olarak algılıyorum. - Göçebeliği benimsemenle, ölümden korku teması arasında bir bağlantı var mı? - Bence yazmakla ölümden korku teması arasında bir bağlantı var. Ben yazarların ölümlülük duygusuyla hesaplaşan insanlar olduğuna inanıyorum. Hesaplaşmadan kastım, onu yenmeye çalışmak değil. Sorgulamak, dert edinmek, bunun farkına varmak. - Araf’ta insanlara “akıllı rolü oynamayın sakın” diyorsun. Ve hatta onları altlarındaki delilikle tanışmaya davet ediyorsun. “Kabuğunu soy, senin altında bir deli var, ona merhaba de” diyorsun. Böyle özetlesem kitabını doğru olur mu? - Bence doğru olur. Başka katmanlar da var tabii bu özete sığmayacak; ama bu kesinlikle en başat şeylerden biri, o delilik, meczupluk, tekinsiz bir evrene doğru kaymak, belki geri gelmek oradan, belki de dönememek oradan geriye. Bunlar zannettiğimiz kadar uzak değil. Hepimizin içinde de o yanın olduğuna inanıyorum. - Sekiz yüzün olduğunu söylemiştin daha önce. Adları, yaşları, cinsiyetleri nedir? - Adlarını vermeyeyim. Bunlar tamamen benim hayal gücümle atfettiğim isimler. İlk ortaya çıkan, yani içlerindeki tek çocuk, en yaşlı olanları. Çünkü önce o vardı. Bunların hepsi farklı zamanlarda geldiler bana ve en sonu, sekize tamamlandığında, ben, farklı bir insana dönüştüm. Her birinin gelişiyle bana yeni katmanlar eklendi. Sonuçta sekize tamamlandığında bir çember, tamamına erdi. O yüzden yaşları farklı, geldikleri zaman. Kapıyı açıyorsun, karşına mesela bir çocuk çıkıyor. Onu içeri buyur ediyorsun. Aradan beş ay geçiyor. Bu sefer daha farklı bir karakter geliyor. Diyelim ki yaşlı bir erkek. Onu içeri buyur ediyorsun. O belirli zamanlarında kendi içinde bir ritmi, düzenliği var. O kadar gelişigüzel değil. - Sen dokuzuncu musun? - Ben sekizin toplamıyım. Bunlar kendi aralarında konuşuyorlar, kavga ediyorlar. Her birinin söz hakkı aynı değil. Farklı konularda, farklı karakterler. Mesela üniversitede ders veren yanım, daha farklı iki karakterden beslenirken, arkadaşlık, ahbaplık, dostlarımla çıkan yanını başka başka karakterleri de katarak gösterebiliyorsun. Sekiz karakterin sekizini de bir arada tutabildiğim yegane şey, benim için yazı. Onun dışındaki yaşamın her alanında, ya bir, ya iki, ya üç karakter dışarıda kalıyor. Çünkü onlara yer yok. - Neden yedi değil, sekiz? - Sekizin benim için bir anlamı var. Benim de bilmediğim belki bir bağım var sekizle; ama sekiz benim için devridaim demek. Varlıkla yokluk, çok yükselmekle hiçlik arasındaki inanılmaz bir denge ve dengesizlik. O devridaimin kendisi benim için sekiz. - Cinlerle ilişkin var mı? - Evren benim gördüğüm ve dokunduğum maddelerden ibaret değil. Renkler, hani renge yansımayan renkler. Bir kültürde ona cin dersin, bir başka kültürde bu değişir. Ama başka varlıklar olduğuna kesinlikle inanıyorum. Kendi hayatımdan da inanıyorum. Gözlemlediklerimden de inanıyorum. Din ile bütün bunları reddeden som materyalizm arasında gidip gelen bir kurgu var. Oysa bunun tamamen dışına çıkıp, belki üçüncü bir saha açmak mümkün. Yani sen agnostik olabilirsin, hatta ateist olabilirsin. İşte ne bileyim, toplumu okuma biçimin ve bakış açın itibarıyla sol görüşlü bir aydın olabilirsin. Ama bir o kadar da, tasavvufun diliyle konuşuyor olabilirsin. Veya maddi olmayan varlıklardan ve dinamiklerden haberdar olabilirsin. Yahudi düşünürler bunu yaptılar Frankfurt okulunda. İçlerinde ateistler, agnostikler, materyalistler, Marksistler, sosyalistler var. Mesela Walter Benjamin çok çok önemli bir insan. Arafta kalan bir kişidir. Bertolt Brecht’in ona yazdığı mektuplar var. ‘Sen müthiş bir sol düşünürsün. Ama fazla o taraftasın, gel buraya’ diyor. Aynı dönemde G. Sholem’in yazdığı mektuplar var Benjamin’e diyor ki, ‘ya sen müthiş bir mistiksin, ne işin var solcuların arasında’. İkisi de haklı, ikisi de haksız. Çünkü başka üçüncü bir saha var. Belki arafta bir şey var orada. Ben kendimi buna çok yakın hissediyorum. Ve Türkiye’de bu üçüncü sahanın açılmamış olmasının kültürel dokumuzu fazlasıyla zedelediğine inanıyorum.
Hani bir tarafta din, Osmanlı konusuna son derece ilgisiz, bilgisiz bir kesim var. Ama bunlar, mesela Batı’nın teorisini çok daha iyi takip ediyor ve eleştirel anlamda gözleri açık insanlar. Ama kendi kültürel sürekliliklerini taşıyamayan insanlar. Ve o elit kesime tepki mahiyetinde yeşeren muhafazakar bir kesim var. Bunlar da geçmişle ilişkilerini canlı tutan, Osmanlı’yı okuyan; ama eleştirel göze aynı oranda sahip olmayan bir kesim. Ne o, ne bu. Üçüncü bir saha açabilirsek, senin dinle ilişkin önemli değil. Ne kadar dindar olduğun, Müslüman olup olmadığın, bence bunların hiçbir önemi yok. Mesnevi’deki üzüm hikayesini seviyorum. Biliyorsun işte, üç ayrı kişi, üç ayrı renk üzüm için kavga ediyorlar. Sarı üzüm mü, yeşil üzüm mü, kara üzüm mü daha iyidir, diye. Benim için derviş, tam da o üç üzümü alıp, havanda ezip, posalarını dışarı bırakıp, özünü isteyen kişi. O noktada çok önemli işte sen özün mü peşindesin yoksa kisvenin mi? O üçüncü sahayı açmak, yapmak istediğim şeylerden biri.
Söyleşi: Nuriye Akman, Zaman, 16 Mayıs 2004
|