. : Duyurular :  Elif Şafak resmi web sitesi: http://www.elifsafak.com.tr / Elif Şafak’ın twitter adresi: http://twitter.com/Elif_Safak / Facebook: http://www.facebook.com/Elif.Shafak
    Elif Şafak´la yeni kitabı ´Şemspare´yi konuştuk. Şafak, yeni bir romana başlamanın sancıları içinde sorularımızı yanıtladı. ´Bence bir Türk yazarın hiç ama hiç politikayla ilgilenmemek...Devamı >>

  Elif Şafak´ın mart başında çıkan yeni romanı "Aşk" kısa sürede en çok okunanlar arasındaki yerini aldı. Şafak önceki romanlarında olduğu gibi yine toplumsal kuralların, geleneklerin, gö...Devamı >>


Röportajlar
Elif Shafak Söyleşi

 

ELİF SHAFAK

Koskoca Amerika’da, Elif Şafak’la yollarımız küçük bir şehirde kesişti. Yakında önce Türkiye’de, ardından da Amerika’da piyasaya çıkacak olan kitabı “Araf”tan, Amerika’dan ve memleketten konuştuk… Kitabın ilginç yanı, Şafak’ın İngilizce yazmış, Türkçe’ye çevirmiş olması…

Fatih Türkmenoğlu

 

Ne zaman başladın yazmaya?

Çok erken. Hayatımdaki tek süreklilik, parçalarımı bir arada tutan zamk olarak yazıyı görüyorum. Neredeyse okumayı yazmayı öğrendiğimden beri günlük tuttum. Ama hayatım o kadar sıkıcıydı ki, başkalarının hayatlarını anlatmaya başladım günlüklerimde. O noktadan itibaren, aslında hikaye yazmaya başladım. Günlük kisvesinde hikayeler…

İngilizce mi yazmaya başladın?

İlk yazmaya başladığım dil Türkçe. Aslında içine doğduğum dil Fransızca’ydı, sonra unuttum. İspanya’dayken İngilizce ve İspanyolca yazıyordum. Türkiye’ye döndükten sonra, Türkçe’yle temasımı yitirmiş olduğumu fark ettim. Espriler, argo, sokak dili… Bunları anlamadığımın farkına vardım. Bu biraz yabancılık hissi. Bu his, bana uzun vadede şunu gösterdi; ana dilimiz için çaba harcamıyoruz. Ne emek, ne zaman ve enerji tüketiyoruz. Ben dili hiçbir zaman bana ait bir şey olarak görmedim. Bunun da yazıma katkısı olduğunu düşünüyorum.

Bunu söylerken ‘hangi dil olursa olsun çalışmam gerekir’ diye mi düşündün?

Dil üzerinde bir mülkiyet hakkım olduğunu düşünmüyorum. ‘Dili kullanmak’ benim çok kulağımı tırmalayan bir ifade. Şunu görüyorum: İki yönlü akan bir nehir; dilin üzerinde bir etkim varsa, dilin de benim düşünce ve var oluş biçimimde bir etkisi var. Dilin ne kadar kudretli olduğunu, yazan kişiler üzerinde ne kadar büyük bir etkisi olduğunu göz ardı ediyoruz. Dilin serüvenini sorgulamaya başladığımızda, Türkçe’nin serüvenini de sorgulamaya başlıyoruz.

Sen ne gördün Türkçe’nin serüveninde?

Türkçe’nin serüvenini sorguladığım için, bugün hem Osmanlıca, hem de yeni Türkçe kelimeleri kullanmakta ısrar ediyorum. O harmanlamayı yapan nadir yazarlardan biriyim. Roman yazıyorsanız, dilin çok önemli olmadığı düşünülüyor. Romanda önemli olan mesaj vermek, bir fikri kitlelere aktarmak sanki, bu hep böyle anlaşıldı. Önemli olan ne anlattığın; nasıl anlattığın değil. Romancının dile önem vermesi beklenmiyor Türkiye’de. Benim için hiçbir zaman böyle olmadı. Neyi anlattığım kadar, nasıl anlattığımı da önemsedim. Eğer bir kelime uçup gitmişse, o kelimeyle birlikte yitip giden kültürel birikime de üzülüyorum.

Amerika’ya seni bir yılgınlık mı attı?

Uzun vadeli planlar yapıp gelmedim. Bir süre İstanbul dışına çıkmam gerektiğine karar verdim. “Bit Palas”ta karakterlerden birinin söylediği bir şey vardı: İstanbul’a ya bir şeylerden kaçarak varılır ya da gün gelir ondan kaçılır. Bir uzaklaşma, bir kendimin dışına çıkma arzusuydu. Ara sıra bulunduğumuz mekanlardan dışarı çıkıp, dışarıdan bakmanın sağlıklı olduğunu düşünüyorum. Biraz da artık kabullenmem gereken bir göçebelik var benim hayatımda. Yerleştiğini zannediyorsun, ama yerleşemiyorsun. Bunları kabullenmek zaman alıyor. İstanbul’da da ben kendimi hep ‘dışarıdan gelen’ olarak hissettim. Diğerlerine bakıyorsun; amcaları, dedeleri var. Sen öyle değilsin, göçebesin, sonradan gelensin. Dolayısıyla birçok şeyi daha iyi görebiliyorsun, ama bu yabancılık hissi hiç geçmiyor.

Herkül Milas bir kere bana dünyanın her yerinde kendimi azınlık olarak hissediyorum demişti. Herhalde senin durumun da böyle, değil mi?

Aynen, ama dünyanın başka yerlerindeki azınlık olma duygusuyla daha rahat baş ediyorsun da, kendi memleketindekiyle baş etmen daha zor.

Fark nerede?

Amerika’da, Ann Arbor’da zaten yabancıyım, ve verilen ‘yabancılık’ kavramı içinde bir özerklik var; rahat hareket edebiliyorsun. İstanbul’da, özellikle şehri bu kadar severken… Tutkuyla bağlıyım ben İstanbul’a, bu benim yazıma da çok yansıyor. Romanlarımda İstanbul hiçbir zaman bir arka fon değil. Başlı başına bir karakter, bir dişi karakter. Şehirleri okumayı çok seviyorum. İstanbul bu açıdan muazzam bir kitap. Acı olan, modernleşme sürecinde, kendi şehrinin sokaklarını okumaktan aciz kuşaklar yetişti İstanbul’da. İlk bakışta aydın gibi görünen, ama geçmişiyle çok kopuk bir sürü kuşak var. Şehrin sokak tabelalarını okumak, çöplerini takip etmek, kaosuyla barışık olmak; bu açıdan İstanbul benim için bir cennet mekandı. Bir o kadar da arada kalmışlık hissi… Sanat için iyi bir his bu; ama çok yıpratıcı bir şey.

Seni çok tanımıyorum ama, biraz da popüler kültürü takip eden bir yapın var galiba. Acaba bir Türkçe Bar’a gidip göbek atabilsen, kendini o kültüre daha mı yakın hissedersin?

Pek öyle değil. İstanbul’daki entelijansiyaya bakarsan, adacıklar halinde yaşadıklarını görürsün. Bara gidip göbek atmayı bırak, bulundukları semtin dışında yaşayan insanlarla temasları olmuyor. Ben öyle olmadım hiçbir zaman. Tasavvufla olan bağım bu konuda çok etkili. Sürekli bir yanın dışarıda, öyle bir his bu…

Ve bu senin için bir avantaj…

Roman için, sanat için, evet. Birey için değil, zor bir şey. Bastığın topraktan çok emin değilsin. Bastığı topraktan emin olan insanların da, tahammül edemediğim steril bir tarafı var. Bu steril evren, sanatı besleyen bir evren değil. Her romanın arkasında emek, çaba, bedel var…

Buraya kitap yazmak için gelmedin değil mi?

Hayır, kadın yazarlara verilen bir bursla geldim. Daha önce yurt dışına çıkmaktan uzak tutmuştum kendimi. Boston yakınlarında bir kadın çalışmaları merkezine geldim. İstanbul’da Kazancı Yokuşu’nda oturuyordum. Oradan çıkınca, son derece sessiz bir ortam, birkaç ay için iyi ama, ben şehir insanıyım. Aslında kadın çalışmaları için çok önemli bir yerdi. Merkezde kahve içen sadece bendim. Herkes bitki çayı içip doğayla bütünleşiyordu. Sigara içen birine hayatta rastlayamazsın.

Çok sıkıcı…

Evet, birden kendini kara koyun gibi hissediyorsun onların içinde.

Türkiye’de kadın hareketi deyince, cahilliğimi mazur gör, ama aklıma sadece Duygu Asena geliyor. Kadın hareketi nedir?

Duygu Asena bir ikon olarak kullanıldı, birçok insan küçümseyerek bahsetti falan ama, ben onun çok önemli bir şey yaptığını düşünüyorum.

Ben de kendisini çok seviyorum ama yazdığı her şeyi beğenmiyorum. Hele son zamanlarda, “Yanımda horlayan adam istemiyorum” lafları, diğer köşe yazarlarından cevaplar falan; çok ucuz değil mi?

Mesele bireyler değil… Bak, bizde kadın hareketini en fazla sol entelijensiya küçümser. Hatta hep böyle müstehzi alaylara falan konu olur. Ben kadın hareketinin bir sürü katmanıyla ilgileniyorum, hâlâ bu işin dibini göremedim. İnsanlar bu kadar engin bir alanı nasıl bu kadar çabuk çerçeveleyebiliyorlar, onu anlamış değilim. Bir kere çok üretken bir alan.

Bu alanda çalışan erkekler de var mı?

Tabii ki var, ayrıca erkeklik rolleri üzerinde de çalışmalar var. Biz bunları okumuyoruz, göz ardı ediyoruz. Deniz Kandiyoti, Müge Göçek, çok değerli isimler.

Belki de bu isimlerin popüler olma kaygısıyla topluma ulaşamama sorunları var, ne dersin?

Peki o zaman bize bir rol düşmüyor mu? Sen, ben köprüler olacağız. 20 sene önce de Duygu Asena tartışılıyordu, şimdi de. Kadın çalışmaları bu arada aldı başını gitti, bunlardan hiç haberimiz yok. Ne ona hakkını veriyoruz, ne de kadın çalışmalarına. Töre cinayeti olduğu zaman, sadece yurt dışında değil, entelijensiyada da şaşkınlık yaratıyor. “Batman’da olmuştur…” Bir dakika, Batman’da olmadı, İstanbul’da oldu, senin evine 10 dakika mesafede oldu! Kendi toplumunu görmeden yaşayan insanlar var Türkiye’de.

Burada ders veriyorsun değil mi?

Kadın çalışmalarında ders veriyorum, iki ders, Ortadoğulu kadın yazarlar ve cinsel kimlikler üzerine. Aynı zamanda da bir roman yazdım, bu sefer İngilizce. Hem de “Bit Palas” İngilizce’ye çevrildi, o da basılacak.

Romanında ne anlattın?

Üç tane, Amerika’da yaşayan yabancı var, bir tanesi buraya doktora yapmaya gelen Türk: Ömer. Diğerleri Faslı ve İspanyol. Üç yabancı ev arkadaşı; yazdıkça yabancılık duygusu onlardan başka bir karaktere kaymaya başladı. Biseksüel ve iki dinli dünyaya gelen bir Amerikalı karakter ortaya çıktı. O da kendi ülkesinde yabancı gibi yaşayan bir Amerikalı.

Bekliyoruz kitabını… Burada da kitap bastırmak ne kadar zor, nasıl oldu?

Evet, burası çok kapalı. Basılan kitapların sadece yüzde 2’si çeviri kitaplar. Onlar da İspanyol ve Hint edebiyatı. Bitti. Nokta. Türkiye’den gelen bir yazara da kapıyı açmak gibi bir niyetleri yoktu. Bence kitap bir şekilde yolunu buldu. Avrupa böyle değil, çok daha açık.

Rahat yazdın mı?

Aktı kitap… Yazarken çok daha iyi İngilizce biliyorum, çok daha iyi Türkçe biliyorum… “Doğru kelimeyi mi seçiyorum” diye düşünmüyorum. Sadece yazıyorum.

Peki dışarıdan Türkiye’yi nasıl görüyorsun?

Türkiye “Araf”ta bir ülke. Bir yanıyla çok ileride, özellikle kadın konusundan bakınca, kürtaj yasal mesela. Ama Türkiye’yi “ya şöyle - ya böyle” şeklinde algılamamak lazım. İnsan hakları, azınlıklar; daha yapacak çok şey var. “Ya sev ya terk et” formülü gibi, “ya o ya bu” demek çok yanlış. Hangi Türkiye? Bir sürü Türkiye var…

 

 

Cosmopolitan, Mayıs 2004

 

İzlenme : 5592
Geri Dönmek İçin Tıklayın
www.elifsafak.com.tr      :                                                         © 2006 - 2024 www.elifsafak.us