Türbanlıyla Kemalist kadın buluşmaz!..
Yazar Elif Şafak, 1980 sonrasında sağın ve solun erkekleri bir araya gelip konuşmayı başardılar ama her iki tarafın kadınları bunu sağlayamadılar diyor
SOHBET ODASI / DERYA SAZAK
DERYA SAZAK: Son romanınız Araf beğeni toplamanın yanı sıra İngilizce yazıldığı gerekçesiyle eleştirildi. Boston - İstanbul hattında aidiyet - aidiyetsizlik, göçebelik ve çokkültürlülük üzerinde yoğunlaşan Araf ta anlatmaya çalıştığınız yaşamlardan başlayalım isterseniz... ELİF ŞAFAK: Araf benim sevdiğim, çok kudretli bulduğum bir kelime. Kitabın İngilizce orijinali yerine Türkiye de çok sevdiğim bir kelimeyi romana isim olarak vermeyi tercih ettim. Araf, arada kalmışlığa işaret ediyor: Ne cennete ne cehenneme gidebilen ruhların toplandığı yer. Dolayısıyla hem bir eşik hem de geçiciliğe, arada sıkışmışlığa gönderme, benim romanda anlattığım temaları yankılayan bir kelime. Kitabı yazmaya başlarken kafamda beliren fikir yabancıların hikâyelerini yazmaktı ama ilerledikçe biraz da işte Irak a müdahale esnasında Amerika da yaşadıkça, Bush hükümetinin dış politikasından zerre kadar memnun olmayanları tanıdıkça başka bir türlü yabancılık duygusuyla da uğraşmaya başladım.
İngilizce yazan romancı örneği pek az sanıyorum... Halide Edip Adıvar ın Sinekli Bakkal ı İngilizce yazılmış.
Romana ABD deki edebiyat çevrelerinin tepkisi ne oldu? Üniversite çevrelerinde, görece ilerici ortamlarda işte Cezayir den gelen bir kadın romancı olarak yer alıyorsanız, her şeyden önce Cezayir de kadın olmanın sorunları nı konuşmanızı bekliyorlar sizden. Dolayısıyla kimlik önden yürüyor, hayal gücü ve edebiyat iki adım arkadan geliyor. Böyle bir beklenti var: Araf ta ben ABD de yaşayıp oryantalist bir şekilde Türkiye de kadın olmanın zorluklarını falan anlatmadım. Edebiyat benim için aynı zamanda bir başkası olabilme yeteneği. Kabuk değiştirebilmek, kimlik değiştirebilmek, göç edebilmek. Amerikalı birine kendi hikâyesini okutturabilmek.
Türkiye deki okurların romana tepkisi? Çok enteresan okur mektupları alıyorum; imza günlerinde okurlardan dinlediğimiz sırlar var, yabancılık duygusuyla farklı sebeplerden ötürü tanışmış olan kişilerin çok ilgisini çekti roman. Ankara daki imza günümde genç bir çift geldi, oğlan sol görüşlü, ODTÜ de el ele tutuştuğu kız arkadaşı başörtülü ve bana, Biz sizin kitaplarınızda buluştuk dediler. Bir okur mektubunda bir Kadiri şeyhinin kızı sol görüşlü biriyle evli ve kendi yaşadığı yabancılık duygusunu anlatarak bu kitapla kurduğu ilişkiyi anlattı.
Romanlarınızda Osmanlıca sözcüklere yer veriyorsunuz. Bunu eleştirenlere dil ve kültüre bakış açısından muhafazakâr İslamcı ve Kemalistlerin ortak noktaları bulunduğunu öne sürüyorsunuz. İbni Haldun nasıl toplumların bir yaşam çemberi olduğuna inanıyorsa, dilin de bir ömür çemberi olduğuna inanıyorum. Eceli gelmemiş bir kelimeyi kafasına vura vura zorla hayattan kaldırmak bana doğru gelmiyor. Yitip giden kelimeler değil, onların taşıdığı miras da yitip gidiyor. Mesela Osmanlıca bir kelimeyi yitirdiğinizde İstanbul daki bir sokak ismini de unutuyorsunuz. Müthiş bir hafızasızlık.
Dilde Osmanlıcılık yeni bir akım mı? Öz Türkçecilik, ayıklama üzerine kurulu bir anlayış, dilden hangi kelimelerin atılması, hangi kelimelerin kullanılması gerektiğine dair bir harita çıkarmak ister. Muhafazakâr kesim de onların attığı kelimeleri sahiplenmek adına gene benzer bir ayıklamacı anlayış içindedir. Aslında her iki kesimde de kemikleşmiş gruplar var, ne kadar farklı görünürlerse görünsünler, çok benzer bir dil ve tarih anlayışı sergilerler.
Bilinçaltımız korkularla dolu
Karantina yazarı olmam, demişsiniz. Edebiyatla ilginiz sizi toplumdan soyutlamıyor, aynı zamanda uluslararası ilişkiler eğitimi almış, siyaset bilimi doktorası yapmış bir kişi olarak Türkiye gerçeklerine de açıksınız. Türban tartışmasına ne diyorsunuz? Derviş in Türbanı başörtüsünden daha modern buluyorum sözleri muhafazakârlık - ilericilik tartışmasını alevlendirdi. Türkiye de çok farklı kesimlerden okurlarım var, bazen düşünüyorum, bu insanları aynı masada buluşturmak mümkün değil. Bence Türk modernleşmesine de dikkat etmek gerekir bunu düşünürken. Bugünü dünden kopararak bir dönüşüm gerçekleştirdik. Biraz da zamanı hızlandırma gayreti içinde olduk. Abdullah Cevdet in enteresan bir düşüncesi vardır: Batı dahi geldiği noktaya 400 sene içinde geldi. Bizim o kadar beklemeye tahammülümüz var mı? diye sorar. Zamanı hızlandırma dürtüsü her zaman oldu Türkiye nin. Beklersek, kendi akışına bırakırsak aman güven olmaz, yanlış yerlere gider diye ipleri elinde tutma siyasetini hep yaşıyoruz. Türk modernleşmesi aşağıdan yukarıya işleyen bir süreç olmadı, daha çok siyasi elitin bir toplum projesinin sonucu olarak sunuldu. Bunlar önemli ayrımlar. Bence bu ayrım elit kesimde de toplumun geri kalanına karşı bir güvensizlik meydana getirdi.
Öteki ne güvenmemek... Halka inmek diye bir deyim hâlâ yaşıyor dilimizde. Bugün yaşadığımız birçok meseleyi bir tarihsel süreklilik içinde konuşmayı sevmiyoruz. Oysa 100 yıldan çok daha uzun bir süredir aynı sorunları tartışıyoruz. Beni asıl kaygılandıran, kültürün ve bilgi birikiminin bir kuşaktan bir kuşağa akamıyor olması, yani mezar taşlarını okuyamayan bir kuşak, bir toplum oluşumuz. Adalar var ve aslında bu adalar birbirinin dilini konuşmuyor, kelimelerinden bile habersizler. Solun oluşturduğu ada din söz konusu olduğu zaman son derece ilgisiz. İslam dendiği zaman tek bir şey anlıyor. Şeriat! Bilinçaltımıza yerleşmiş korkular var, Kubilay sendromuyla yetişmiş kuşaklarız. Hani gelecekler, kafamızı kesecekler. Cumhuriyet, kadınlar söz konusu olduğunda modernleşme anlamında çok şey yaptı. Aynı zamanda şöyle bir öğreti de içimize yerleşti: Kadın yeterince eğitimliyse, asla başını örtmek istemeyecektir. Eğer türbanlıysa, bu onun bilinçsizliğini, eğitimsizliğini gösterir. 80 lerde yaşanan şey, aslında kültürel eliti altüst eden şey, bunun tam tersine gelişmedir: Kızlar hem başlarını örtmek hem daha fazla eğitim istiyorlardı.
Aydınlar önyargılı feministler mesafeli
Cumhuriyet, Osmanlı nın ve İslami değerlerin eve kapadığı kadına çağdaşlık yolunu açtı, Nilüfer Göle nin 1990 ları yorumlarken yaptığı modern mahrem tanımı ise, İslamcı kesimin türban la görünür kılınan kadını özel alandan kamusal yaşama taşıdığına işaret ediyor. Aslında yeni döneme gelmeden evvel kafalarımızda en büyük soru işaretlerini bu bağlamda uyandıran dönemeçlerden biri, Tansu Çiller in varlığıydı. Çünkü ilk kez bir kadın başbakanın olması, siyasete farklı bir üslup geleceği beklentisi yarattı. Fakat tam tersine bir kadın politikacı başa gelerek çok daha militarist, çok daha merkeziyetçi, çok daha maskülen bir dil kullandı.
Çiller bir kadından çok, demir lady idolüydü. 80 sonrası tamamen bir depolitizasyon yaşanmadı. Nilüfer Göle nin dediği gibi yeni, başka türlü bir politizasyon yaşandı. Geleneksel muhalefet aktörleri çekilmek durumunda kalınca, darbe yüzünden yeni açılan alanlara sivil toplum örgütleri girdi. Ortak bir dil oluşturma girişimleri de yeşerdi. Sağın ve solun erkekleri bir araya gelip konuşmayı başardılar ama her iki tarafın kadınları bunu sağlayamadılar. Kemalist bir kadınla türbanlı bir kadını aynı masada buluşturmak daha zor.
Neye bağlıyorsunuz bu uzaklığı? Önyargılar çok keskin.
Tarkan konserinde, türbanlı kızlarla başı açık gençler buluşabiliyor. Popüler kültürün öyle enteresan bir gücü var; onları kaynaştırıyor. Aydınlarda bu yok. Feministler ise daha mesafeli.
Kamusal alan bir tek aktörle olmaz
Özel alan - kamusal alan tartışmasına nasıl bakıyorsunuz? Türban meselesi nasıl aşılacak? Kamusal alanın çok aktörlü bir alan olduğunu baştan kabul etmemiz gerekiyor. Yekpare, merkeziyetçi, tek aktörlü bir alana indirgediğimiz zaman oradan bir sivil toplum hareketinin yeşermesi mümkün değil. Kamusal alanda ben bana benzemeyenle yan yana duracağım, kozmopolit bir yaşam kuracağım. Osmanlı son dönem aydınları bu kelimenin öneminin farkındaydı. Çokkültürlülük tecrübesini yeniden değerlendirebiliriz. Şehir yaşamından, edebiyattan böyle bir şey anlıyorum: Bana benzemeyenle beraber ortak diller yaratma çabası.
Asıl, Avrupa nın kafası karışık
AKP iktidarında bir de protokoldeki türbanlı kadın var, devlet zirvesinde kabul görmeyen, düğünlerde, özel alanlarda kendi sosyetesini yaratmaya çalışan politikacı eşleri... Türk modernleşmesi başından beri suretle çok ilgili oldu; nasıl göründüğünüz, nasıl giyindiğiniz, özellikle gündelik yaşamın sembolleri kendi boylarından büyük anlamlar taşıyan simgeler olarak kullanıldı. Yurtdışında ben de hep karşılaşırım, Türk kadınını temsil fikriyle... Bazen bu durumu şuna benzetiyorum: Kocasından dayak yiyip yüzündeki morlukları fondötenle kapatmaya çalışan kadın tipi. Biz o fondötenin altındaki morlukları sorgulamayı sevmiyoruz da, Batı ya, ne kadar Batılı olduğumuzu gösterme çabasına giriyoruz. Toplumunda türbanlı kadınlar varsa, sen türbanlı ve türbansız beraber yansıtacaksın, çünkü gerçek resim budur. Öteki bence fondötenle kapatma çabası.
AB süreci bu gidişi nasıl etkileyecek? AB hedefini çok olumlu buluyorum. Batı, İslam ve modernite kavramlarının ne denli örtüşür olduğunu 11 Eylül den sonra sormaya başladı. Biz bunları 11 Eylül den çok önce tartışmaya başlamıştık. Bence Türkiye nin üyeliğine asıl hazır olmayan, AB. Kafası karışık olan Avrupa. Son 20 - 30 senede Türkiye de kamusal alanın çok önemli bir dönüşüm geçirdiğine inanıyorum. Değişmeyen tek şey, herhalde CHP.
Elif Şafak KİMDİR?
1971 yılında Strasbourg da doğdu. ODTÜ Uluslararası İlişkiler Bölümü nü bitirdi, aynı üniversitede Kadın Çalışmaları üzerine yüksek lisans yaptı. Pinhan, Şehrin Aynaları, Mahrem ve Bit Palas romanlarıyla edebiyat ödülleri kazandı. Bir süredir ABD de yaşayan Elif Şafak, Michigan Üniversitesi nde Ortadoğu da Marjinal Kimlikler , Kadın ve Edebiyat dersleri veriyor. Gelecek dönem Arizona Üniversitesi nde çalışacak.
Milliyet, 26 Temmuz 2004
|