Son yıllarda yıldızı iyice parlayan romancı Elif Şafak’la konuştuk bu sayı. Dünya edebiyatında son zamanların trendi ‘post-kolonyal’ edebiyata dahil edilebilir mi Şafak’ın işleri, onu zaman gösterecek. Biz kendisini günümüzün öne çıkan önemli edebiyatçılarından sayıyoruz. Romanı neden önce İngilizce yazdığıyla ilgili, daha İngilizce’si yayımlanmadan Türkçe’de yayımlanan bir romanın başına gelen bu ‘süreç kazası’ durumun tuhaflığıyla ilgili sorduğumuz soruları yanıtlamamayı tercih etse de (hoş cevabı metinde gizli gibi, kararı halk verecek tadında bir cevap verdi, şimdi Allah var ama, bir ara bu konuyu ayrıntılı incelemek lazım!) biz Elif Şafak’la konuşmakla iyi ettik diyoruz. Buyrun.
Fenerbahçeli misiniz? (1971’lileri doğuştan Fenerbahçeli sayıyoruz, değilseniz söyleşi başlamadan bitecek haberiniz olsun!.)
Fenerbahçeliyim!
Harika! Bazı okuyucularımızın söyleşiyi burada kesmesi tehlikesini göze alarak bir de burcunuzu soracağım…
Burcum Akrep.
Hızlanalım hafiften… Yazdığınız romanlar için “popüler” nitelemesini kullanmak pek mümkün değil. Fakat bu nitelemeyi hak eden romancılardan daha popüler olduğunuz da bir gerçek. “İyi romancılar az okunurlar” genellemesine pek prim verdiğimizi söyleyemeyiz fakat yine de söz konusu yazar siz olduğunuzda okunduğunuzdan daha fazla gündem olduğunuzu düşünüyoruz açıkçası. Bu düşüncemize katılır mısınız?
Türkiye’de kitap okuru, hele hele edebiyat okuru son derece sınırlı. Kitaplar bu kadar az okunurken, insanlar yeterince okumazken, bir de okunan yazarlara, eserleri tutulan kalem erbabına neredeyse gördükleri ilgiden ötürü özür diletmek istiyoruz. Bunu adil bulmuyorum. Nedir popüler? Çok okunan mı? Ne kadar kolay kullanıyoruz kelimeleri. Oysa kelimelerin tılsımı vardır, bu kadar kolay tükettik mi içleri de boşalır. Her çok-okunan kitaba popüler damgası vuramayız.
“Ben bu yazarı seviyorum ama başkaları da sevmesin. Herkes severse ben en iyisi sevmeyeyim ki farklı olayım” tavrını tasvip etmiyorum. Keza “okunmak için yazmıyorum, okunup okunmamak umrumda değil” diyen yazarlara da zerre kadar inanmıyor, bu lafları samimi bulmuyorum. Okunmak bir yazar için önemlidir. Okurlarımın görüşleri benim için önemli. Öyle olmasa zaten yayınlatmam yazdıklarımı, kendime saklarım.
Benim toplumun çok farklı kesimlerinden okurlarım var. Aynı masada yan yana gelmeyecek insanlar benim imza kuyruklarımda yan yana geliyor, benim romanlarımda buluşuyorlar. İdeolojik yelpazenin farklı noktalarına mevzilenmiş apayrı demlerden, başka başka geçmişlerden gelen okurlarım var ve onlarla paylaştığım dillerim, hakikatlerim, hikayelerim.
Sağlıklı bir değerlendirme yapabilmek için öncelikle ülkemizdeki edebiyat ortamını şöyle soğukkanlılıkla, kişilerden soyutlayarak değerlendirmek gerekiyor. Türkiye’de edebiyat şahıslar, suretler, dedikodular üzerinden tartışılıyor. Yazı değil yazar odaklı bir edebiyat gündemimiz var. Bu tatsız ortamdan tüm yazarlar gibi ben de payımı alıyorum.
Öte yandan şu da bir gerçek ki bu durumdan kadın yazarlar erkek yazarlardan daha çok etkileniyorlar. Kafamızda bir BABA-ROMANCI, EFENDİ-AYDIN tiplemesi var. İlla ki erkek, illa ki yaşlı, illa ki efendi… “halka inmek” diye bir ifade kullanıyoruz hâlâ. Bu nasıl bir hiyerarşi, nasıl bir putlaştırmadır ki hem yazarlar benimsemiş hem de onları fetişleştiren okurlar benimsemiş? Ben ne bu surete uyuyorum ne de bu fetiş-imgeden bir hayır geleceğine inanıyorum.
Çok okunmakla ilgili bir şey değildi ki söylediğim. Niye özür dilemek zorunda olasınız ki çok sayıda okuyucuya ulaşıyorsunuz diye? Merak ettiğim şöyle bir şey: Elif Şafak ismi, romanlarınızı okumamış insanlar tarafından bile biliniyor. Bunu olağan mı karşılıyorsunuz yani? Bunda bir sorun yok mu sizce? Bu arada “kadın yazarlar” konusunu siz açtınız, benim hiç suçum yok. Ne zaman kadın yazar ifadesini kullansam başıma dert alıyorum.
Olağan karşılamadığım şey bazı insanların bir yazarın hiçbir eserini okumadan onun hakkında fikir yürütebilmeleri, hatta ve hatta hükümlere varmaları. Türkiye cehaleti kutsar. Türkiye/de cehalet saldırgandır. Bakıyorsunuz kimi insanların kafalarında yorumlar hükümler ve önyargılar var şu veya bu yazara karşı. Peki neyini okumuş da bu sonuca varmış? Hiçbir şeyini. Sonuca baştan varmış. Beni şaşırtan da bu zaten. Bilmeden konuşabilme serbestliği pervasızlığı. Bir yazarı konuşmanın bilmenin anlamanın tek bir yolu var: yazılarını eserlerini okumak.
Kem Gözlere Anadolu bir hikaye kitabıydı, roman yazmayı tercih ettiniz sonra. Genç yazarlarımızda hikayeden romana geçmek şeklinde bir eğilim var ve siz de benzer bir yol izlediniz bu anlamda. Her iki türe de emek vermiş biri olarak bu eğilimi neye bağlıyorsunuz? Bu süreç olağan mı sizce?
Benim miladım PİNHAN ile başlar. Benim için yazarlık sevdasından evvel yazının kendisi vardı. Neredeyse okuma yazmayı öğrendiğim andan itibaren yazı süreklilik arz ederek girdi hayatıma. Zira son derece yalnız bir çocukluk geçirdim, içe kapanık, hayatta kalmak için gözlem yaparak, bunalmamak için sürekli okuyarak ve yazarak. Günlükler zamanla yerini şiire, şiirler yerini öykülere, öyküler de son tahlilde yerini romana ve romancılığa bıraktı. O yüzden hikayecilikten romancılığa geçtiniz değerlendirmesi doğru bir değerlendirme değil. Benim romancılığımı değerlendirirken kişisel tarihçeme dikkat etmeniz gerekir.
Öte yandan bir tür olarak roman aslında benim eksik yanımın tamamlayıcısıdır, tezatımdır. Roman sabır ister, inanç ister, her şeyden evvel hayatın süreceğine, yarının bugünden iyi olabileceğine dair bir itimad ister. Bense gündelik yaşamımda bunların tamamen tersiyim. Sabırsız, düzensiz, itimadsız. Roman beni dengeleyen tezatımdır.
Elif Şafak için böylesi bir süreç yok… Peki… Sorunun ikinci tarafı için bir şey söylemediniz. “Hikayeyle başlayayım, romanla devam edeyim” anlayışına (karikatürize ediyorum farkındayım) nasıl yaklaşıyorsunuz. Her yazarın kendi tarihçesine göre bir değerlendirme yapmak mı gerekir yoksa?
Ta başından beri gayet bilinçli olarak sürdürdüğüm bir tavrım var. Bunu burada da yineleyeyim. Ben yazarlığın tek ve genel geçer bir formülü olduğuna inanmıyorum. Ben nasıl yazıyorsam herkes de öyle yazmalı, edebiyat öyle yapılmalı diye bir anlayıştan uzak duruyorum. Farklı farklı yollar var, kimi öyküden romana geçer kimi romandan başka alana. Bu önyargıları silmek durumundayız. Aslolan yapılan işin kalitesidir derinliğidir.
Pinhan’da olsun, Şehrin Aynaları’nda, Mahrem’de, Bit Palas’ta olsun kahramanlarınızı aidiyet sorunu yaşayanlardan seçmiştiniz. Son romanınızın adı da Araf ve karakterlerin her biri farklı sebeplerden dolayı “aykırı” sıfatını fazlasıyla hak ediyorlar. Bu tercihinizin belli bir sebebi var mı?
Tüm romanlarımdaki karakterler ruhdaşlarımdır. Her birine muhakkak kendimden bir şeyler kattım. Bildiğim sorulardan, aşina olduğum sancılardan elemlerden yola çıktım. İlk bakışta ortak hiçbir noktam yokmuş gibi görünen karakterlerle dahi köprüler vardır aramda. Ben onları “aykırı” bulmuyorum bu anlamda, ben nerelerde geziniyorsam onlar da oralarda geziniyorlar.
Debra Ellen Thompson adına üzüldüm! “Aykırı” kelimesine bayılırdı herhalde. Türk olsa muhtemelen ya Beşiktaş’ı, ya da Gençlerbirliği’ni tutarmış gibi görünüyor. Aidiyet hissetmemek konusuna ne diyeceksiniz?
Aidiyet ve aidiyetsizlik benim yaşamımın temel meseleleri. Hep kısmen içinde kısmen dışında olmak yapıların. Yabancısı olduğun şeylerin gözlemcisi olmak. Bir yapının içindekilerin göremediklerini, dışında kalanlarının ise zaten bilmediklerini araftakiler görür bazen akılla bazen sezgiyle.
Ben hep arafta hissettim kendimi. Yüzlerce okur mektubu alıyorum, imza günlerimde yüzlerce ruhdaşımla konuşuyorum. Arafta yaşayan insanlar var, birbirinin dilini bilen, birbirinin hüznünden haberdar. Geçmişte de olmuş bu insanlar gelecekte de olacak. Benim için Arafta yaşamış biri mesela Cemil Meriç.
Son yirmi yılda, Amerika’ya “okumak” için giden Ortadoğu kökenli, Uzak Asyalı öğrencilerin başlattığı bir “İngilizce roman yazma furyası” var. Önceden de romancı olduğunuz için sizi bu başlık altında değerlendirmek zor. Yine de Araf’ı İngilizce yazmış olduğunuz için siz de bir şekilde bu furyaya dahil oldunuz. Niye peki? Türkçe meramınızı ifade etmek için yeterli bir dil değil miydi?
Amerika’daki yabancı öğrencilerin başlattığı bir roman yazma furyasının varlığından haberdar değilim. Sanıyorum oradaki azınlık edebiyatını kast ediyorsunuz. Eğer öyleyse bunu farklı bir ifadeyle tanımlamak gerekir. Azınlık edebiyatının ezici çoğunluğu ABD’ye göçmüş ailelerin ikinci üçüncü kuşak çocukları arasından çıkmış yazarlardır. Bunun dışında Nabokov, Josef Brodsky, Ha Jin, Anton Shammas gibi sonradan gelerek yazınsal serüvenini sürdüren isimler ikinci bir grup oluştururlar. Onlar da bir furya oluşturmadılar. Edebiyat çok yollu bir harita. Bu harita içinde farklı farklı yazarlar başka başka yollardan geçiyor olabilirler.
Gelelim benim durumuma. ARAF benim beşinci romanım. Araf’ı niçin İngilizce yazdığımın cevabı romanın içinde saklı. Romanı okumayan, kitaba uzaktan bakan, sadece İngilizce yazıldığını duymakla yetinen biri kitaptaki dinamikleri çözümlemedikçe, oradaki aidiyet-aidiyetsizlik, göçebelik, çokkültürlülük meselelerini görmedikçe bu kitabın yazılma sürecini kavrayamaz. Araf’ın nasıl olup da başka bir dilde yazıldığını hakikaten samimiyetle merak edip anlamak isteyen kişinin yapacağı tek şey var: romanı okumak.
Bugün attığımız pek çok adımın kökeni, sebebi geçmişte saklı. Benim de bu romanı İngilizce kaleme almam kendi geçmişimle bağlantılı. Yoksa oturup da “eh şimdi de İngilizce yazayım” diye başka bir dilde yazmaya başlayamazsınız. Bir de şu var, unutmamalı ki benim için romancılık böyle bilinçli planlı programlı bir uğraş olmadı hiçbir zaman. Ben vecd halinde yazılan romanları sevdim. O damarı kendime yakın belledim. O damarda iseniz eğer siz romanı değil, roman sizi tutar elinizden, alır götürür, yönlendirir.
Tamam. “Furya” biraz ağır oldu belki… Ne yalan söyleyeyim, bir yıl içinde sözünü ettiğim özellikleri taşıyan iki yüzü aşkın roman (çoğu da berbat) okumak zorunda kalınca… Neyse. Geçiyoruz. Tezer Özlü’nün Çocukluğumun Soğuk Geceleri kitabından söz edelim. Özlü, önce Almanca kaleme aldığı kitabı sonradan Türkçe yazarak kendinin, yazdıklarının esasında Türk edebiyatına dahil olduğunun işaretini vermişti. Oysa Araf’ı siz tercüme etmediniz dilimize. (Aslı Biçen’in dilini beğendiğimi de söyleyeyim bu vesileyle.) Bu da, romanın Türk değil Amerikan edebiyatına ait olduğu izlenimini uyandırdı bize. Ne dersiniz?
Hudut tehlikeli bir kelimedir, insanın düşünce sistematiğinin ufkunun önüne setler çeker. Ben edebiyatı, sanatı, hudutları aşmak olarak gördüm hep. Önümüze çekilen, bize haddimizi hatırlatan hudutları delmenin, delip de geçmenin. “Türk edebiyatı” hududundan çıkıp “Amerikan edebiyatı” hudutlarına mı girmiş olur bir yazar bir başka dilde eser kaleme aldığında. Bu kadar basit, yıkanınca çıkan bir şey midir kültürel aidiyet?
Ya o ya bu olma zorunluluğuyla biçimlenmiş bir kültürel ortam var Türkiye’de. Bu kategorileri tasvip etmiyorum. Şimdi çoğul olabiliriz. Hem o hem bu olabiliriz. Çok dilli çok kültürlü çok başlı çok sesli olabiliriz. Edebiyatta da bunu yapamayacaksak nerede yapacağız?
Nabokov’dan söz etmiştiniz. O, örneğin, Amerikan edebiyatına ait değil mi? Conrad’ı bütün o yurtsuzluk parantezine karşın İngiliz edebiyatı içerisinde değerlendirmiyor muyuz? Bir de… sormazsam çatlayacağım… ODTÜ’de İngilizce derslerinde ne yapar eder “İngilizce eğitim-anadilde eğitim” tartışması yaptırırlardı eskiden. Bu tartışmalarda hangi saftaydınız? “Saf” da hudut kelimesi kadar tehlikeli geliyordur size!
Amerikan edebiyatından mısınız Türk edebiyatından mı, bizden misiniz onlardan mı sorusu edebiyatın özüne ruhuna aykırı yapay bir mesele benim nezdimde. Edebiyat da genel anlamıyla sanat da aslında ulusal dilsel kültürel ve epistemolojik hudutları deler geçer. İyi edebiyat hudut bozucudur. Asidir. Benim durduğum yeri merak edenlere söyleyebileceğim tek bir şey var: hudutların karşısında mevzileniyorum.
Geçen sayımızda Araf’ı tanıtırken romanın finalini, okuyucuyu “mutlu son”a hazırlayıp son anda ters köşeye yatırması noktasında, bu yöntemi biraz acemice bulduğumuzu söyleyerek, eleştirmiştik. Hazır sizi bulmuşken yenileyelim bu eleştiriyi. Kızdınız mı? Yani… Nedir?
Elbette kızmadım. Ben edebiyat eleştirisine kızmam. Keşke hep yazı konuşulsa, metin tartışılsa. Bunlar yazarı da besleyen damarlar.
Bir kitabı okumanın farklı farklı yolları var. Siz bir yoldan okumuşsunuz. Başka bir okur başka yoldan geçerek okur. Mesela ben onlarca okurdan sizin söylediğinizin tam tersini duydum. Bekliyorduk dediler, bu sona hem hazırlıksız yakalandık ama hem de bekliyorduk. Aslında dikkat ederseniz roman boyunca serpiştirilmiş işaretler var, sona yönelik alametler. Kimi okur bunları toplar ve öyle okur, kimileri toplamadan okur. Her ikisi de başka başka lezzetler alır aynı metinden. Ama eğer alametleri toplayarak okusaydınız inanın ters köşeye yatmazdınız.
Ah!! Tam da ters köşeye yatmadığım için sitem ediyorum size. Çok fazla hazırlıklıydım. Romanı okurken bir sonraki sahneyi tahmin edebildiğim bir Amerikan filmini izler gibiydim neredeyse. Hala mı kızmadınız?
Her okur her metni kendi kimyasından, geçmişinden, tecrübelerinden ya da tecrübesizliklerinden hareketle okur. Yani her okur her metni farklı bir gözle okur. Demek siz de böyle okumuşsunuz. Bunda tartışacak bir şey yok.
Son sorumuz da Beşpeşe ile ilgili olsun… Muhtemelen ilginç bir çalışma oldu sizin için… Beş farklı yazar tarafından kaleme alınmış bu romanın eğlenceli ve deneysel bir çalışma olması haricinde ne önemi var metin olarak?
Ben Beşpeşe’den çok keyif aldım ve oyunları seven okurların da keyif alacağına da inanıyorum. Edebiyat hep bir EGO ve BEN işidir bir yanıyla, özellikle romancılık. Bizse hem BEN hem de BİZ dedik bu çalışma boyunca. Hem YARATICI hem KUL olduk. Ben sadece edebi bir keyif değil daha varoluşsal, daha tasavvufi bir keyif de aldım ve kattım. Beşpeşe okurlara hem ‘yazı’yı hem de ‘yazar’ı okuma fırsatı veren bir çalışma. Yazarlar arasındaki üslup ve yaklaşım farklılıklarını takip edebilecek iyi okur.
Söyleşi: Sezgin Çevik, Kılavuz Dergisi, Sayı: 16-17, Temmuz-Ağustos 2004
|