. : Duyurular :  Elif Şafak resmi web sitesi: http://www.elifsafak.com.tr / Elif Şafak’ın twitter adresi: http://twitter.com/Elif_Safak / Facebook: http://www.facebook.com/Elif.Shafak
    Elif Şafak´la yeni kitabı ´Şemspare´yi konuştuk. Şafak, yeni bir romana başlamanın sancıları içinde sorularımızı yanıtladı. ´Bence bir Türk yazarın hiç ama hiç politikayla ilgilenmemek...Devamı >>

  Elif Şafak´ın mart başında çıkan yeni romanı "Aşk" kısa sürede en çok okunanlar arasındaki yerini aldı. Şafak önceki romanlarında olduğu gibi yine toplumsal kuralların, geleneklerin, gö...Devamı >>


Röportajlar
Elif Şafak Söyleşi

 

İngilizce yazdığı ilk romanı “The Saint of Incipient Insanities” i tanıtmak için kitabın yayımcısı Farrar, Straus ve Giroux’nun 8 Ekim 2004’de New York’ta düzenlediği okuma gecesi öncesinde Öykülü Geceler için bir söyleşi yapmak üzere Union Square’de buluştum Elif Şafak’la.

Okuma gecesi ile ilgili ilk dikkatimi çeken bilgi Can Dündar etkinliğimize alçakgönüllü tek bir yaprak ile gelmişti. O tek yapraktaki iki fotoğraf da çok ilginçti: Biri kitabın kapağıydı. Kapak fotoğrafında Boğaz Köprüsü ile Ortaköy Camii yamulmuş, sarı ile mavinin tonlarına bürünmüşlerdi. Bu halleriyle düşlerimi süsleyen İstanbul’u çağrıştırmaktan çok, ter içinde uyanılan bir kabustan fırlamış gibiydiler. Diğer siyah beyaz fotoğraf ise yazarı gösteriyordu. Bir duvara dayanmış, ellerini kavuşturmuş, karanlıkların içinden çok sakin, ciddi ve hoş bakan, vakur ama bir o kadar da kırılgan genç ve güzel bir yüz. Aydınlıkta kalan sol elinde ilginç, oryantal bir bilezik ve bileziğe bağlı bir yüzük.

Yaprak, yazarın yaşamıyla ilgili ipuçları da veriyordu: Fransa’da doğduğunu, gençlik yıllarında İspanya’da yaşadığını, Türkiye’ye döndüğünden beridir de Ortadoğu ile Avrupa arasında mekik dokuduğunu, “The Saint...” in beşinci romanı olduğunu, yazmadığı boş zamanlarında da sosyal bilimci olarak kadın çalışmalarında mastır, politik felsefe dalında doktora yaptığını, şimdilerdeyse o üniversite senin bu üniversite benim ders verdiğini...

Ben bu yazarı nereden hatırlıyordum? Eve dönünce kitaplarıma baktım. Evet oydu: Bit Palas onundu! Koyduğum yerde duruyordu. Yüreğim sızladı, aldı beni bir suçluluk duygusu. İki yıl kadar önce karnım ve canım burnumda, üstelik de yüzyıllık bir evi almış adam etmeye çalışırken, sıcak mı sıcak, yapış yapış bir Ağustos günü gelmişti kitap buram buram Türkiye kokuları saçarak. Bir soluk alma anımda aldım elime. İlk bakışta bir aşk doğmadı aramızda. Fazla ısrarlıydı. Çok da talepkar. Ona kalırsa hep onunla olmalı, tüm dikkatimi ona vermeli, kafamdan tüm yemeyi düşlediğim yemekleri, muhtelif badana boyası isimlerini (!), alınması gereken bebek malzemelerini, çocuk yetiştirme konusundaki tezler ve antitezleri ve dahi bin tane lüzumlu lüzumsuz konuyu bir kenara bırakmalıydım da, onu tüm uzun cümleleri, kelime oyunları, güldürür gibi yaparken içime ince ince hüzünler salma oyunlarını kabul etmeliydim. Biraz boyun eğmişken Rusya devrimi sırasında kaçıp, İstanbul’da kök salmaya çalışan Agripina Fyodorovna Antipova’nın bebeğini yitirme sahnesi -sahne diyorum çünkü anlatım renklere varana dek o kadar görseldi ki!- bardağı taşıran son damla oldu. Alışık olmadığı bir hormon zaptı altında kendinden geçen duygularım koyverip kontrol edilemez bir ağlama tufanına tutulunca kitap cebren ve hile ile elimden alındı.

İşte şimdi bu Bit Palas’ın anasıydı beklediğim. Aynı ciddiyet ve sakinlikle gelip oturdu bakışlar karşıma. Mavi maviydiler. Akıllı akıllı, dost dosttular... Bakışların sahibi üşümüştü. İncecik bir pardösü ile çıkıp gelmişti Arizona’nın çöl sıcağından New York’un Ekim ayazına. Gezginler de yanılabilir!

Bit Palas bu karşılaşmaya ancak bir iki hafta kala köşesinden çıkmıştı. Aynı anda yeni doğan kardeşi “The Saint...”e de ilgi göstermeme fena bozuluyordu. Bazı günler biri ağır bastı bazı günler diğeri. Beni ikisinde de alıp götüren öncelikle dilin kullanımıydı sanırım. Okuru cin çarpmışa döndüren bu dil büyücüsü, laf cambazı, karşımda masum taklidi yaparak oturuyordu. Koca kazanına attığı yüzlerce eski-yeni kitabı, mezar taşlarını, böcek ilaçlarını, insan ruhuna ait zaafları, acıları, arayışları, onulmaz yaraları, iki arada bir derede kalmışlığı, tüm komikliği ile yaşamı ve kurşun gibi ağır ölümü harmanlıyordu. Ortaya çıkan koyu kıvamlı karışım çevik kelimelere, kıvrak cümlelere dönüşüp zıplıyorlardı kazandan dışarı beyaz sayfaların üstüne. Büyücü gezgindi de. Kültürler, zamanlar sınır tanımıyordu onun için. O üstüne geçirdiği görünmezlik pelerini ile aşılması zor duvarlardan süzülüveriyordu. Kıskanç değildi neyse ki:Açıkyüreklilikle yazıyordu o keşfettiği gizli bahçelerden. Alçakgönüllüydü: Merak edip soranlara coşkuyla anlatıyordu yapıp ettiklerini, düşünüp hissettiklerini.

Ben de sordum ve onun anlattıklarını size yazıyorum şimdi.


Özgün Taşdemir (ÖT): Osmanlıcayla sıkı bir bağın olduğu gözlemleniyor. Osmanlıca ile ilişkin ne zaman başladı?

Elif Şafak (EŞ): Soruyu daha genel bir düzlemde yanıtlamak istiyorum. İngilizce yazmakla Osmanlıca kelimeler kullanmak benim kafamda bağlantılı, çok ayrı şeylermiş gibi algılansa da ikisi. Her ikisinde de temelde dile duyduğum aşk var aslında.

Bu da bir romancıda pek rastlanmayan bir şey çünkü roman geleneğinde önemli olan ne anlattığındır, nasıl anlattığın değil. Özellikle Türkiye’de hakim olan romancılık geleneğinde dil daha ikinci plandadır. Şairlerin öyle değil; Müthiş zengin bir şiir dili var Türkiye’de. Oysa farklı örnekleri olsa da genelde çok zengin bir roman dili olmamış Osmanlının son döneminden beridir. Roman Türkiye’ye burjuvazinin sesi olarak geldi, burjuvazinin olmadığı bir dönemde. Modernleşmenin hızlandırıcı lokomotifı olarak geldi, öyle işlev gördü. Çok enteresan bir tarihçesi var romanın, romancılık geleneğinin. Benim ilişkim böyle olmadı romanla.

Ben her zaman dile çok büyük ilgi duydum. Bazı romanları dil yazdırdı bana. Türkiye’deki dil devrimini yapanların, reformist elitin görmediği şey şu: Ben dilin üzerinde belli bir iktidara sahibim ama dil de benim üzerimde iktidar sahibi. Benim beynimi, hayalgücümü etkiliyor ve güçlendiriyor. Kelimelerin daralması hayalgücünü de daraltıyor. O yüzden ben hiç bir zaman sindiremedim bu “öztürkçecilik” denen akımı. Bu kayıp kelimelerle de sınırlı değil. Kültürel bir kayıp da söz konusu çünkü giden her kelime beraberinde hikayesini de götürüyor.

Ö.T.: Çocukluğunda ülkeden uzak kalmanın da bir etkisi var mı dile gösterdiğin bu hassasiyette?

E.Ş.: Çocukluğumda bir süre yurtdışına çeşitli git-geller olduğu için kendimi emanet gibi hissediyordum. Şimdilik buradayım, dün burada değildim, yarın burada olmayabilirim... Bir yanıyla insanı çok huzursuz eden bir duygu. Ama dil açısından bana yardımı oldu. Türkiye’ye döndüğümde Türkçeyi unutmuş değildim. Yine de dilin tınısını, melodisini duyuyordum. Dili farklı duyuyordum. Mesela argoyu, ya da deyimleri anlamadığımı farkettiğimde iki kat özen gösterdim dile. Uzun vadede romanlarımı bu sayede yazdığımı düşünüyorum. Osmanlıcaya gösterdiğim özen, İngilizce yazmam...bütün bunlar hep aynı serüvenin aşamaları.

Ö.T.: İngilizce-“Eski İngilizce” ile Türkçe-Osmanlıca karşılaştırması yaparsak...

E.Ş.: İngilizce yazmaktan bu kadar keyif almamın sebebi bizdeki gibi bir “atma” olmaması. Bakıyorsun bir kelimeye, belki üç yüz yıllık bir tarihi var. Ama kimse bunu atalım dememiş. Bir başkasını İrlanda’dan gelen göçmenler getirmiş. Kimse de etnik olarak bu bizden değildir diye atmaya kalkışmamış. İngilizcede deveran eden dil daha katmanlı, daha zengin. Eski-yeni ayrımı daha az net, daha içiçe geçmiş durumda. Bizde ise çok net bir ayrım var. Neredeyse her kelime için bir eski, bir yeni karşılık bulabilirsiniz hangi ideolojik kamptan olduğunuza göre. Eski dili unutmak konusunda Kemalist devrimler çok başarılı oldu: Bizim kuşağımız, bizden önceki ve sonraki kuşaklar kelimeleri bilmiyor, hafızalardan silinmiş onlar. Ama bu kelimeler aynı zamanda sokak isimleri, eski yazıyla yazılmış eski bir kitapta veya mezartaşında geçen kelimeler.

Onların bire bir hayatta denk düştükleri yerler var. Kelimeler gidince çekilen bir dişin boşluğu gibi bir boşluk kalıyor geride. Sonuçta dişsiz bir ağızla konuşmaya, yemek yemeye çalışıyoruz.

Ö.T.: Osmanlıcayı yaşamın içinde çok da kullanmıyoruz. Üstelik genç bir insansın. Bu kıvraklıkta nasıl kullanıyorsun Osmanlıcayı yazılarında?

E.Ş.: Kiminin sayılarla, matematikle arası iyidir, kiminin müzikle. Dille aram iyi oldu benim. Bir de Türkiye’de biz adalar halinde yaşıyoruz. Bizde entelicensiya İstanbul merkezli, İstanbul içinde de bir kaç semt merkezli; Cihangir, Beyoğlu, Boğaziçi... Onun dışında konuşulan dilin çok farkında değiliz bence. Bir kaç adım dışına çıktığında, diyelim daha muhafazakar bir çevreyle konuştuğunda bir bakıyorsun başka bir dil konuşuyorlar. Bir tarikat ehliyle konuşuyorsan başka bir dil duyuyorsun.

Onların bildiklerini bunlar, bunların bildiklerini onlar bilmiyor. Ben biraz yazarın işini çerçilik gibi görüyorum; Bir adanın kelimelerini bir başka adaya taşımak. Ve bunu sağlıklı buluyorum çünkü o zaman kültür akar, bir kesimden bir kesime, bir kuşaktan bir kuşağa. Bizimki akmıyor. Böyle löp löp durmuş kalıplar halinde ve bundan hepimiz aslında zarar görüyoruz. Örneğin günlerime gelen insanlara bakıyorum; Türbanlı kızlar, sağın ortası kesim ve sol görüşlü öğrenciler, nihilistler, anarşistler, feministler...Ortak dillerim var bu insanlarla ama onlar aynı masanın etrafında bir araya gelirler mi bilmiyorum. Benim için hoş bir şey çünkü demek ki aynı kitap farklı kapılar açmış. Sadece içerik açısından değil dil açısından da o kapıları açık tutuyor farklı kesimlere.

Ö.T.: Sen o diğer adalara nasıl geçiyorsun?

E.Ş.: Bir kere ideolojik olarak Kemalist-İslamcı bölünmesini pek içime sindiremediğim için. Şöyle bir şey var: Bizde sol entelicensiya din felsefesiyle, dinler tarihiyle maalesef ilgilenmemiş. Bunlarla ilgilenmediğin zaman otomatik olarak din bir inanç meselesine dönüşüyor. İnanç meselesine dönüştüğü anda da eleştirel gözünü yitiriyorsun. Keşke bir üçüncü yol olsa! Bu üçüncü yolun gelişebilmesini ben çok önemli buluyorum Türkiye’de. Hem eleştirel bir şekilde okuyabileceksin geçmişi, geleneği, din tarihi ve felsefesini, hem de değer vereceksin bu konulara; Okumaya, araştırmaya, üzerinde kafa yormaya değer bulacaksın. Bu üçüncü yola inandığım için ben kendi okuma yelpazemi ve yaşam evrenimi daha geniş tutabildim. Ve tabii bir de tasavvuftan çok besleniyor benim dilim. Tasavvuftan çok şey aldım.

Ö.T.: Tasavvufla ilişkin nasıl başladı, nasıl gelişti?

E.Ş.: Ben tasavvufla ilişkimi, karanlıkta el yordamıyla ilerleyen birinin hiç ummadığı bir şeyi bulmasına benzetiyorum. Yoksa bana gösterilmiş bir yol değil. İçine doğduğum bir ortam, aileden devraldığım bir gelenek değil. Katı laik bir aileden geliyorum. Kimse el vermedi. İlla da bir yere ait olmayı, bir hiyerarşinin içinde rahat etmeyi de sakıncalı buluyorum. Öyle kollektif kimlik, anlam falan da aramıyorum. O yüzden tasavvufla kurduğum ilişki tarikat yolundan geçen bir şey değil. Böyle bir şeyi okuya okuya, el yordamıyla, düşüne düşüne, hissede hissede, biraz da içinde varsa-bir takım ışıklar, semboller, alametler-yavaş yavaş inşa ediyorsun. Attığın her adımın seni başka bir noktaya götürüyor. Şu var:

Entellektüel olarak, teorik olarak bu konular üzerine düşünmekten, okumaktan çok büyük keyif alıyorum. Sadece İslam değil Yahudi mistisizmi üzerine de. Birbirini hiç tanımayan, çok farklı yüzyıllarda, farklı coğrafyalarda yaşayan bu insanların aynı şeyleri söylemiş olmaları karşısında çok büyük heyecan duyuyorum. Nasıl olabiliyor? Her üç dinin heterodoksisiyle de çok yakından ilgileniyorum. Ama bunun yalnızca entellektüel bir ilgi olduğunu söylersem yalan olur. Aynı zamanda bir gönül bağım da var.

Ö.T.: Zaten içinde varolan bu ruhaniliğin gelişmesinde entellektüel olarak okumak dışında ne gibi etmenler rol oynadı?

E.Ş.: Bunda göçebe gibi oradan oraya dolaşıp farklı şeyler görerek büyümemin de etkisi var. “Single mother” önemli bir kavram. Bizde de yerleşmesi gerekiyor. Tek bir anne tarafından büyütüldüm ben, onun eseriyim. Babamı toplam bu yaşıma kadar üç kere görmüşümdür. Bir dönem babannemin yanında kaldım. Sonra anneannemin yanına geçtim. Her iki kadın da benzer ekonomik gruplardan ve Müslüman. Ama birinin tanrısı daha celal, hiç kapanmayan bir göz gibi, din anlayışı katı.

Öbürününki ise daha yumuşak, batıl inançlara, çıkış yollarına izin veren
bir tanrı, su gibi akışkan bir din anlayışı. Türkiye’de ikisi de var. Ben ikinci yolu takip etmekten keyif alıyorum. Sonra on bir yaşındayken ben yurtdışına gittim. Birden kendimi kozmopolit bir kolejde buldum. Etrafımı çeviren din katoliklikti; başka bir dinin varlığını öğrendim, çok ilgimi çekti, merak ettim. Bütün bu parçaların izi var bende uzun vadede.

Ö.T.: Aslında Fransa’da doğuyorsun ama orada değil Türkiye’de yaşıyorsun...

E.Ş.: Ben doğduktan kısa bir süre sonra ayrılıyorlar. Sonra biz annemle dönüyoruz.

Ö.T.: Annen sonra İspanya’ya mı gidiyor?

E.Ş.: Ben on yaşındayken annem diplomat olarak Dış İşlerinde görev yapmaya başladı. Ondan sonraki dolaşmalarımız da diplomatik kaynaklı zaten.

Ö.T.: Özgeçmişin üzerine notlar “diplomat çocuğu” olma olasılığını düşündürmüştü...

E.Ş.: Ben kendimi diplomat çocuğu olarak görmüyorum. Açıkçası diploması dünyasına çok ısındığımı söyleyemem. Orada büyük oranda babadan oğula geçen bir yapılanma var. Ağırlıklı olarak erkeklerin mesleği. O ortamda tek başına bir kadının yaşadığı tecrübe çok farklı. Özellikle az gelişmiş ülkelerin diplomasi dünyası ile toplumun geri kalan kesimleriyle arasında inanılmaz bir kopukluk var. Çok yapay bir dünya. Benim yaşamımın ilk on yılının diplomasi ile ilgisi yok. Annemin, şartlarımız elverseydi esas yapmak istediği şey müzikti. Daha sanatçı ruhlu bir insan. Ama bir şekilde kendini ve beni o ortamdan çekip çıkarması gerekiyordu. En iyi yöntem de diplomasi ve yurtdışına gitmekti, onu yaptık. Onun için uymuyoruz biz o “Dış İşleri” portresine.

Ö.T.: Annen daha önce ne yapıyordu, nasıl geçti diplomatlığa?

E.Ş.: Edebiyat öğretmeniydi. Ama müziktir en büyük aşkı. Beste yapar, ders verir, ders alır. Altı yabancı dil biliyordu Dış İşleri sınavlarına girdiğinde. Ben onda şunu gördüm: 1970’lerin Türkiye’sinde neredeyse hiç maddi-manevi destek almadan bir kadın nasıl boşanır, tam da özellikle kendi evliliklerinde mutsuz olan kadınlar bunu durdurmaya çalışırken... Neler yaşadığını, ne bedeller ödediğini...O yüzden de sınıf ya da diplomasi bilinci taşımıyorum, başka bir geçmişten geliyorum ben.

Ö.T.: İspanya’da üç-dört yıl kaldıktan sonra herhalde yine Türkiye var...

E.Ş.: Evet. Sonra Amman, Ürdün. Yine Türkiye. Sonra Almanya. Türkiye. Sonra o Japonya’ya gitti, ben Türkiye’ye geldim. Ama Almanya ve Ürdün’de ben sürekli yaşamadım. Senede iki defa uzun aralıklarla gittim geldim. Sonra İstanbul’a yerleştiğimi düşünüyordum ama bir şekilde yerleşememişim. (Gülüşmeler). Şimdi Amerika’dayım. Bu üçüncü senem.İlk senem Boston’da geçti. Dünyanın çeşitli yerlerinden kadın akademisyenlere ve sanatçılara verilen bir bursla gitmiştim. Aslında kitapta çok izleri var (The Saint.../Araf). Mt. Holyoke (College) kadın hareketinin çok güçlü olduğu bir yer. Bir yanıyla çok steril, bir yanıyla çok progresif. Sonra Michigan’da “Kadın Çalışmaları”nda ders verdim. Şimdi Arizona’dayım.

Ö.T.: Senin bu gezginliğin, dünya vatandaşlığın eserlerindeki karakterlere de yansıyor. Kitapların bir çokkültürlülük örneği. Örneğin son kitabında (The Saint.../Araf) altı ana karakterin altısı da farklı bir kültürden; Ömer üst tabaka bir Türk aileden geliyor, Abid dindar bir Faslı, Piyu koyu bir katolik, Allegre Meksika kökenli bir blumik, Gale aslında “hiçbir yerli” bir Amerikalı, Deborah Allen Thompson (lütfen yanlızca Deborah değil)lesbiyen bir feminist. Yan karakterler de cabası; aile fertleri, eski sevgililer... Nasıl üstesinden geliyorsun bunca farklı kültürün detayları ile?

E.Ş.: Bu son kitapla sınırlı değil bu durum. Mesela “Mahrem” de çok kapılı, çok mekanlı, çok tarihli: 1600’ler Sibirya’sında geçer önemli bir kısmı, 1800’ler Pera’sı, 1800’lerin sonu Fransa’sı...Bunlar benim yaşadığım dönemler değil, veya Sibirya örneğini düşündüğümde bildiğim bir yer değil. Ama ben bu yüzden seviyorum edebiyatı. Tam da bana o dolaşma özgürlüğünü verdiği, tahayyül kapılarını açık tuttuğu için. Bu ülkede edebiyat hep bir rol modeli ile özdeşleştirildiği için herkes kendini anlatıyor. Bir hastalık atlatıyorsun, o hastalığı nasıl yendiğini anlatıyorsun. O yüzden bu kitabın (The Saint...) bu pazara girmesi önemli bir şeydi. Çünkü ben onlara Türkiye’de kadın olmanın zorluklarını satmadım. Bunu yapmamak, üstelik bir Amerikalının derdini bir Amerikalıya anlatmak...“Ee, buna hakkın yok. Dur bakalım, sen bizden misin ki?” Bu yargıları kırmak çok zor. Türkiye’de de başka türlüsü var: “Şehrin Aynaları”nı yayınladıktan sonra bana “Ailede Musevilik var mı?”diye çok soruldu. Ancak o zaman anlaşılacak benim niye oturup 17. yüzyıl Sefardimleri üzerine roman yazdığım. Bense tam tersini düşünüyorum: Kimliğimin bir parçası olmayana beni ulaştıracak tek şey yazmak.

Ö.T.: Blumik olup olmadığını da soran oldu mu?

E.Ş.: Oldu. Daha zoru “Mahrem”deki cinsel taciz hikayesiydi. Bu kadar yazanla yazılanın özdeşleştirildiği bir toplumda bunu yazıp çıkmak o kadar zor ki! Ama ben “Pinhan”da bir hermofroditi anlattım. Kimse hermofrodit olup olmadığımı sormadı. O zaman onu da sormaları lazım.

Ö.T.: Romanlarındaki ayrıntıcılığa değinmeden geçemeyeceğim: Nerede hayalgücü giriyor nerede araştırma, belli olmuyor. Annesi Abid’e hamileyken “wildberry” reçeli yapıyor. Demek Fas’ta kadınlar bu reçeli yapar diye okuyor insan (The Saint...). Bit Palas’ta metreslik sanatının tüm inceliklerini öğreniyoruz...

E.Ş.: Açıkçası çok okuyorum. Ama abuk subuk aklına ne gelirse. “Bit Palas” yazarken böcek ilaçlamaları üzerine kitaplar okudum. Böcek ilaçlamacılarına gittim. Mesela Zarpandit ismi hayal ürünü değil (The Saint...). Sırf o yüzden Mezopotamya tanrıçaları üzerine okuduğum kitap sayısı... Genelde insanlar Türkiye’de bir romana baktıkları zaman o romana harcanan emeği görmüyor. İnanılmaz bir ön araştırma süreci var. Tabii bu iş hayalgücüdür ama o hayal de boşluktan türemiyor.

Ö.T.: Bilimkadını olmanın yazarlığına etkisi nasıl? Örneğin “Zarpandit”i daha önce “ana tanrıça” üzerine yazmış olduğun makalenin ön araştırmasından gelmiştir diye düşünmüştüm.

E.Ş.: Yok, daha sonra geldi. Ama haklısın: Ben daha döngüsel algılıyorum bilgiyi, teoriyi. Bizdeki beklenti şöyle: Yazarsan evinde otur, romanını yaz. Akademisyensen kendi alanında uzmanlaş. Başka alanlara, hele sanata hiç bulaşma. Bunun korkunç bir sınırlama olduğunu düşünüyorum insan beynine. O anlamda akademide yaptıklarımdan besleniyorum. Romanlarımda yer alan bir konu da yarın bir akademik makalede konu edinilebilir. Akademi bana araştırma yapma disiplinini de verdi bir şey yazarken. Ama akademi hayatımı da zorlaştırıyor, daha az zaman veriyor bana yazmak için.

Ö.T.: Hangisi daha baskın bilimkadınlığı mı, yazarlık mı?

E.Ş.: Kesinlikle romancılık.

Ö.T.: Bu bilimsel makalelerinin sayısından hiç anlaşılmıyor! (Gülüşmeler)

E.Ş.: Tamamen romancılık. Akademi çok hiyerarşik, sınırlarına çok hürmet eden bir dünya. Ben de o sınırlara çok hürmet etmiyorum. O yüzden benim gibi daha disiplinler arası düşünen insanların akademide yer bulması kolay olmuyor.

Ö.T.: Yazarlığın sana kattıklarını ve senden aldıklarını merak ediyorum...

E.Ş.: Bence şöyle bir ikilem var: Yazarlık, özellikle romancılık çok güçlü bir ego gerektiriyor. Kendini “yaradan” zannedeceksin ki karakterleri, olayları yaratabilesin, istediğin karakteri yaşatıp istediğini öldürebilesin. Ama eğer haddini bilmezsen gündelik hayatta da kendini “yaradan” zannetmeye devam edebilirsin. Karakterlerin ipleri senin elinde ya...(Gülüşmeler) İşte o çok tehlikeli bir duygu; Yaşamda kendini hayatın merkezi zannetmeye başlayabilirsin. Bizdeki pek çok romancının da bu “ego” derdinden muzdarip olduğunu düşünüyorum açıkçası. Öte yanda ise tasavvufun bana öğrettiği “hiçlik” var. Hani Neyzen Tevfik’in üzerinde “hiç” yaftasıyla çektirdiği bir resim var ya, o felsefeyi takip ediyorum. Benim bir sarkacım var: varlığa inanmak durumundasın ki yaratabilesin, egon güçlü olmalı ki yaratmayı sürdürebilesin. Bir yandan da o “hiç”liği unutmaman lazım. Onun için bu bir sarkaç benim için: “Varlık”la “yokluk” arasında. Bu beni belki şizofren, belki daha sağlıklı kılıyor, bilemiyorum.

Ö.T.: Yazma sürecinde onca karakterle uğraşırmakla ders vermek, bilimsel makale yazmak nasıl bir arada varolabiliyor?

E.Ş.: Her gün oturup düzenli olarak, bürokrat gibi yazan biri değilim. İki mevsim var: Bir kendimi hem fiziksel hem duygusal olarak çok hırpaladığım “yazma mevsimi” var. Bir de yaralarımı yalaya yalaya iyileştirdiğim, “yazmaktan çıkma mevsimi var”. “Yazmaktan çıkma mevsimi”nde daha normal, sosyal bir insan oluyorum. “Yazma mevsimi” ise müthiş bir emek ve adanmışlık istiyor. Tahripkar bir süreç. Bizde özellikle romancılık niye az sayıda seçkin aileden gelen, maddi olarak görece daha rahat insanların tekelinde oldu? Çünkü zor bir şey başka geçim kaynağı olmadan tamamen kendini yazmaya adamak. Ben çalışmak, evimin kirasını ödemek zorundayım. Ama seçeneğim olsaydı çalışmamayı seçer miydim bilmiyorum. Çünkü entellektüel olarak ben başka alanlarla da ilgiliyim. Entellektüel olmaya inanıyorum. Yalnızca yazdığım romandan sorumlu değilim. Siyaset, ideoloji üzerine, dünyanın başka yerlerinde, başka zamanlarında neler olup bittiğine kafa yormak, bundan vicdani bir sorumluluk duymak...Bunları kendimi bir entellektüel olarak yetiştirmenin bir parçası olarak gördüğümden eve kapanıp sadece “Ay ben kendi romanımla ilgileneyim” diyen biri olmadım.

Ö.T.: Sen romanındaki insan ilişkileri ile içiçeyken gerçek yaşamındaki insan ilişkileri nasıl gidiyor?

E.Ş.: Çok kötü gidiyor tabii ki. Kimseye vakit ayırmıyorsun. Ciddi bir bencillik yazma süreci. Herşeyden daha önemli görmen gerekiyor yaptığın işi.Yaptığın işi de herşeyden önemli görmek kadar tehlikeli bir şey de yok hayatta. Çok az sayıda öz dostun oluyor. Böyle olmasını da tercih ettim. Onlar beni, inişlerimi, çıkışlarımı bilen insanlar. Ama çok tahripkar bir süreç yazmak. Başka türlü yazan var mı bilmiyorum. Öyle “güllük gülüstanlık oturuyorum, lay lay lom üretiyorum” değil. Müthiş bir bedel var aslında, ruhsal ve fiziksel.

Ö.T.: Son romanına dönecek olursak, Türkçe çeviriye konan isim “Araf”. İngilizcesi neden farklı (The Saint of Incipient Insanities)?

E.Ş.: İngilizcesi, Türkçesi farklı şekillerde geldi bana. Anlamın her dilde yeniden biçimlendirilmesi gerektiğine inanıyorum, o dilin melodisine, kendi kimyasına göre.
Bir dilin kapısından geçen bir kelime başka bir dilin kapısından geçmiyor. Geçtiğinde aynı şey olmuyor. Araf bence Türkçede çok kudretli bir kelime, hem dünyevi hem uhrevi anlamda uzantılar olan. İngilizcede ben aynı şeyi algılamıyorum. Bir de bizde “eşik” çok önemli bir metafordur. Cinlerin meşveret yeridir, “eşiğe basmak”tır.

Ö.T.: O cinler, yatırlar gibi romanlarında öne çıkan, bu ufak söyleşiye sığdıramadığımız pek çok konuyu yakın bir gelecekte bir Öykülü Geceler’e konuk olduğunda konuşmak üzere söyleşi için çok teşekkür ediyorum.

Söyleşimizin ardından Elif Şafak, yayıncısı Farrar, Straus and Giroux’un Teachers and Writers Collaborative’te düzenlediği okuma gecesine katılarak “The Saint of Incipient Insanities”den iki bölüm okudu.

Gelin, Mart ayında Öykülü Geceler’in konuğu olduğunda karışın aramıza ve bu efsundan payınızı alın siz de. 1994’de yazdığı öykü derlemesi “Kem Gözlere Anadolu” yu, 1998’de Mevlana büyük ödülünü alan “Pinhan”ı, Almancaya çevrilen “Şehrin Aynaları”nı, Türk Yazarlar Derneği’nin 2000’de en iyi roman seçtiği Mahrem’i, İngilizceye çevrilen Bit Palas’ı ve ilk kitabı dışında tüm kitaplarını yayımlayan Metis’ten çıkan son kitabı, “The Saint...”in Türkçe çevirisi olan “Araf”ı birlikte konuşalım. Kadın çalışmaları çerçevesinde yaptıklarını, ilimden bilime, sanatta yaratıcılıktan, kaleminin gerisindeki Elif’e, merak ettiklerimizi soralım ona.

 

 

 

 

Söyleşi: Özgün Taşdemir, öykülügeceler.com, 8 Ekim 2004

 

 

İzlenme : 9092
Geri Dönmek İçin Tıklayın
www.elifsafak.com.tr      :                                                         © 2006 - 2024 www.elifsafak.us