Mahalle evlerinin tekdüze bahçelerinde sıkıntıdan kıpkırmızı kesilmiş elmaların üzerine, okunmuş gül dikenleri saplardı anneannem. Bana gelince, işin ‘okunma’ kısmından ziyade, ‘yazma’ kısmıyla alakadar olmaya başlamıştım o günlerde. 6 yaşındaydım. Güzel günlüklerim vardı ve bir de asla günlüklerim kadar güzel olmayan günlerim. Günlükler, aynakeş birinci tekil şahısların sadık vakanüvisleriydi. Hayatın bir merkezi, o merkezin de günlüğü tutan kişi olduğunu zannettiriyor; ballandıra ballandıra, sündüre sündüre BEN diyebilmeyi mümkün kılıyorlardı. Oysa kendime değil, tamamen başkalarına dairdi o dönemlerde tüm karaladıklarım. Kendinden alabildiğine emin bir halde, hele hele tannazane bir biçimde BEN diyebilmek, yaşadıkları yalnızlığı temelde kendi seçenekleriymişçesine algılayanlara mahsus bir ayrıcalıktır. Bense, o hodbin perdeden gürleyemeyecek kadar seçeneksizdim muhtemelen ve bir o kadar da korkularla kuşatılmış. Bu yüzden işte, mahremiyete itina göstermeyen kalabalıkların boğuculuğundan kaçarak, kendine ait bir odaya çekilmek biçiminde tezahür etmedi bende yazma isteği. Tam tersine, üstüme üstüme sırlanmış/kapanmış kapılarda, firarperest aralıklar açabilme arzusuyla başladım yazmaya. Böylelikle, günlerimin nasıl geçtiğini değil, aynı zaman diliminde, bir öte yerde, ismini işitmediğim, cismine tanıklık etmediğim insanlar arasında günlerin nasıl geçtiğini hayal ediyorsam onu yazıyordum günlüklerime. Hayali/hakiki “diğerleri”ni sergiledikçe, kendimdeki uyumsuzluğu saklayabildiğimi sanıyordum; belki Tanrı’nın, belki insanların gözünden, belki de salt kendiminkinden…
İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi, İletişim Gazetesi, Sayı 92, Mayıs 2005
|