. : Duyurular :  Elif Şafak resmi web sitesi: http://www.elifsafak.com.tr / Elif Şafak’ın twitter adresi: http://twitter.com/Elif_Safak / Facebook: http://www.facebook.com/Elif.Shafak
    Elif Şafak´la yeni kitabı ´Şemspare´yi konuştuk. Şafak, yeni bir romana başlamanın sancıları içinde sorularımızı yanıtladı. ´Bence bir Türk yazarın hiç ama hiç politikayla ilgilenmemek...Devamı >>

  Elif Şafak´ın mart başında çıkan yeni romanı "Aşk" kısa sürede en çok okunanlar arasındaki yerini aldı. Şafak önceki romanlarında olduğu gibi yine toplumsal kuralların, geleneklerin, gö...Devamı >>


Röportajlar
ne uzak ne de yakın, kıyısında olmak İstanbul’un

 

Elif Şafak ile, ne uzak ne de yakın, kıyısında olmak İstanbul’un

 

Kitaplarından tanıdığımız Elif Şafak, kökleri geniş bir coğrafyaya dağılmış kişisel tarihine göndermeler yaparak, bir taraftan İstanbul ile arasındaki gönül ve fikir bağını diğer taraftan da kimlik ve milliyet kavramlarından, tasavvuf ve tarih yazımına kadar uzanan konulara bakışını ayrıntılı dile getiriyor. Okurlarına, onun edebiyatının ayrılmaz parçalarına sızabilme imkanı tanıyacak kadar.

Söyleşi: Nalan Bahçekapılı

 

Nalan Bahçekapılı: Bunca kitaptan sonra, tabi ki şu merak edilecektir: Elif Şafak-İstanbul ilişkisinin nasıl bir tarihi var?

Elif Şafak: Bit Palas’taki Beyaz Rus çiftin yaptığı yorumu paylaşıyorum ben de galiba: “İstanbul’a ya bir yerlerden kaçılarak varılır ya da gün gelir ondan kaçılır.” Benim İstanbul ile ilişkim bu gel-git üzerine kurulu.

Fransa’da, Strasbourg’da doğdum, çocukluğum buluğ çağım Madrid’de geçti, sonrası da hep böyle kesik kesik, kopuk kopuk Ankara, Köln, İzmir, Amman’a gelip gitmelerle dolu. Bütün bu zaman zarfında, bir kentten bir başka kente, bir kültürden bir başka kültüre geçerken İstanbul hep uzaktan özlemini çektiğim, varmayı düşlediğim “öte-yer”di benim gözümde. Birçok insandan farklı olarak ben, İstanbul’un tecrübesinden evvel bilgisine sahiptim. Yani İstanbul’da yaşamaya başlamadan evvel, uzaktan uzağa ona dair kitaplar okumak, araştırmalar yapmak, kenti düşünmek ve tasarlamak gibi. Ne bulacağımı bilerek geldim İstanbul’a. Yerleşmek üzere geldim. Sonra herhalde benim göçebe yanım ağır bastı, yeniden uzaklaştım İstanbul’dan. Ne oradasın, ne burada. Sürekli bir köksüzlük hali. Ama şu var ki Amerika’ya geldiğimden beri bir günüm geçmedi İstanbul’u özlemeden. Sanırım hep böyle oldu. Edebiyatımın ayrılmaz bir parçası bu kent: Benim için bir fon değil, bir mekandan ibaret değil, başlı başına ve muhakkak bir dişil karakter romanlarımda. İstanbul’u çok düşündüm, çok düşünüyorum, kişisel bir hüzünle daima, çünkü hep kıyısında oldum; ne içinde ne dışında, ne İstanbullu ne de İstanbul yabancısı.

 

N.B.: İstanbul’dan uzak bu yazarın kente ilişkin en belirgin hisleri neler?

E.Ş.: Galiba en basit ifadeyle “ne onunla olabiliyorum, ne onsuz”. Yurtdışında müthiş bir İstanbul özlemi ama İstanbul’da iken de bir türlü tam olarak ait olamamak oraya, bir “dışarılılık” hali.

Yurtdışında “yabancı” olduğumu biliyordum. Okuduğum okullarda hep bir “milletler hiyerarşisi” vardı çocukların kafalarında. Ben tek Türktüm ve milletler hiyerarşisinde bariz biçimde altta bir yerlerdeydi Türklük. Mevcut kimlik kodlamalarıyla ilgili ilk kopuşlarımdan biri böyle başladı. İnsan bir kimliğin içine doğuyor; din, millet, isim, cinsiyet. Onu alıp partizanca savunmaya başlıyoruz, başka türlü olabileceğini, olunabileceğini aklımıza getirmeden. Yurtdışındaki Türklerin kimliklerine daha sıkı sıkı sarıldıklarını gördüm, milliyetçiler daha milliyetçi, dindarlar daha dindar, solcular daha kemik solcu. Bense hep su gibi olsun isterim kimlikler, akışkan ve değişken, durmasın bir kapta, geçişlilikler olsun kimlikler arasında.

Ama benim için asıl dönemeç Türkiye’ye gelip de kendimi hala bir şekilde yabancı, “dışarlıklı” konumunda bulmamla oldu.

Türkiye’de sosyal ilişkiler, akraba ilişkileri falan çok önemli. Siz birebir bunlarla yaşamadığınızı zannetseniz dahi, yaşam evreninizin böyle örülmüş olmasının verdiği bir bilinç ve güven var. İstanbul’a geldiğimde gördüm ki hiç böyle bir aile, akraba, sosyal ilişkiler ile çevrili değilim, tamamen tek başına ve göçlerle büyümüşüm, yaşamışım. İstanbul’a da keza “dışarıdan” geldim ve anladım ki o “dışarlıklı” olma hali, o yabancılık hissi hiç kapanmayacak.

 

N.B.: Başka kentlerle özellikle karşılaştırmalar yapıyor, benzerlikler ve benzemezlikleri arıyor musun?

E.Ş.: Yapıyorum elbette. Benim için temel ayrım, “kozmopolitlik” ile “gettolaşmış türdeşlikler” arasında. 11 Eylül sonrasında Batıda ve Doğuda kimlikler üzerine yazdığı bir yazıda Richard Sennett Amerikan toplumunda giderek palazlanan bir “kendine benzemeyenden kaçış” eğilimi olduğundan söz etti. Güvenli, steril hayatlar sürebilmek için pek çok insan, başka dinlerden, başka sınıflardan, başka kültürlerden gelenlerle değil, tıpatıp kendilerine benzeyenlerle yaşamak istiyor. Bu niyetle mesela kaotik, kozmopolit kentlerden uzaklaşarak, sakin ve nezih küçük kasabalar oluşturuyorlar koloniler halinde. Nereye baksam aynadaki suretimi görmeliyim, aynen bana benzeyenlerle çevrili olmalıyım ki güvende hissedeyim kendimi. İşte bu steril yaşam. Kendine benzemeyene dokunmak durumunda kalmamak; değil dokunmak, onu görmek durumunda dahi kalmadan sürdürebilmek hayatı.

Hakiki kent steril bir yer olamaz. Tesadüf değil ilk kenti kuran kişinin Kabil olması mitolojilerde. Ta baştan lanetli, zor, karanlık ve kaotik bir yanı var kentlerin. İstanbul, New York, Kahire gibi yerlere bu yüzden hayranlık besliyorum, sterilizasyonu hiç ummadığınız biçimlerde kırıp parçaladıkları için, bizi bizden olmayanla yan yana getirebildikleri için.

 

N.B.: Bit Palas romanındaki Bonbon Palas ile İstanbul paralelliğinden söz etmek mümkün mü?

E.Ş.: Romandaki Bonbon Palas benim gözümde bir apartman değil sadece, bir mikrokozmos. Tasavvuf düşüncesini takip ederek adım adım mikrokozmos ile makrokozmos arasındaki bağlantıları kurmaktan, bulmaktan büyük keyif alıyorum. Her parça, bütünden izler taşıyor içinde. Eğer döngüsel bir evrene inanıyorsa insan, parçalar arasındaki bağlantıları görmekten ve göstermekten de keyif alır sanırım.

 

N.B.: Mümkünse, çok katmanlılıkları bağlamında varolan bir gerçek olarak mı yoksa özlenen bir geçmiş gibi mi bu özellik?

E.Ş.: Tek bir okuma biçimi olduğuna inanmadığım gibi, romanın ya da sanatın otoritesine de inanmıyorum. Benzer şekilde tarihin de tek bir okuma biçimi olmadığını savunuyorum. İstanbul 18. yüzyılda nasıl bir yerdi? Kimin için? Hangi öznenin gözünden? Gerçekliği parçalamadan gerçeklerden bahsetmenin imkanı yok. Biz kendi geçmişimizi hiç farklı farklı öznelerin gözünden okumaya çalışmadık. “Sıradan” olanı küçümsedik, önemsemedik. Bizde şiddetle ihtiyaç var bence mikrotarihçilik çalışmalarına. Mesela 17. yüzyılda bir Ermeni hamalın gözünden bakınca nasıldı Osmanlı ya da bir cariye açısından filanca paşanın hareminde, ya da Galata’daki bir Rum fahişe nasıl yaşadı aynı yüzyılı? Böyle böyle küçük sorularla yola çıkınca anlıyor insan “gerçeklik” denilen şeyin ne denli karışık olduğunu ve attığımız her adımın bir başkasının hayatını etkilediğini ve belki de, biz bilsek de bilmesek de, onun ezilmesinde rol oynadığını.

Yapmaya çalıştığım şeylerden biri bu, “gerçekliği parçalamak” bir anlamda, hem akademide hem edebiyatta bu “parçalı okuma”yı önemsiyorum.

Türkiye’de beni çok kaygılandıran ikili bir yapı var. Bir tarafta, tarih dendi mi ya da Osmanlı dendi mi tekdüze birkaç ölümsüz genellemeden ötesini bilmeyen, geçmişinden bir an evvel kurtulma adına hızlandırılmış batılılaşmanın rahlesinden geçen, tuhaf, iğreti bir modernlik. Öbür tarafta böylesi bir hızlandırılmış modernleşmeye tepki mahiyetinde ama gene onun bir parçası olarak palazlanan bir muhafazakar yapılanma, Osmanlıyı öve öve bitiremeyen. Bence her ikisi de aralarındaki farklılıklara rağmen müthiş benzeşiyorlar. Aynı dar okuma, aynı ayıklamacı tarih anlayışı.

Türk solu bu anlamda çok güdük. Türk solu kültürel tarihe ilgisiz, dinler tarihi konusunda bilgisiz. Oysa mesela gündelik yaşam tarihçiliği ile ilgilenen biri için İstanbul bir cennet, bir hazine. Keza tasavvuf üzerine o kadar az araştırma var ki. Olanların önemli bir kısmı da tasavvufu tek bir yoruma indirgeyen, muhafazakarlaştıran metinler. Oysa tasavvuf çok kapılı, “ne kadar yürek varsa Allah için çarpan, o kadar yol vardır” diyen bir felsefe nasıl tek sesli, yekpare olabilir ki. Bütün bu insanlar İstanbul’dan gelip geçtiler. Geriye bıraktıkları izlerden, ipuçlarından okuduğum tarih ile bizlere okutulan resmi tarih arasında uçurumlar var.

Dolayısıyla bir geçmişe özlem değil benim tarihe olan ilgim. Tarih dendi mi insan anlıyorum ben, insan dendi mi hikayeler, hikayeler dendi mi gerçekliğin parçalanması beraberinde geliyor zaten.

 

N.B.: Kentin çöpüyle modernleşme arasında nasıl bir ilişki kuruyorsun?

E.Ş.: Çöp ve enkaz diyelim dilersen. Walter Benjamin’in çok sevdiğim bir tanımı var kültürel araştırmalara dair. Diyor ki; bu uğraş enkaz üzerinde yürümeye benzer. Bir zamanlar var olan bir yapı çökmüş, geriye enkazı kalmıştır. Ve sen sanatçı, yazar olarak adım adın yürürsün o enkaz üzerinde. Aşağıdan ses geliyor mu diye yoklarsın ellerinle. Hala yaşayan bir şeyler, hala yaşayan birileri var mı aşağıda bir yerlerde. Benim İstanbul’u yazışım böyle. Enkazın üzerinde yürüyüp ses verenleri çıkarmak gün ışığına. Bazen bir tema oluyor bu, tutup çıkarıyorum toprağın altından. Bazen de bir kelime oluyor bu. Öldü diye orada bırakılan bir Osmanlıca kelimeyi çıkarıyorum bana ses veriyorsa eğer toprak altından. Osmanlıca kelimeler ile beraber koskoca bir kültür yitip giden.

İstanbul’da yaşayanlar “merak”larını yitiriyorlar zamanla kente dair. Entelektüeller dahil, merak yok insanlarda. Yaşadığı sokağın isminin anlamını bilmiyor, hikayesini merak etmiyor insanlar. Bakıyorum “Güllabici Sokak”. Şimdi bu kelime ne demek? Silip atayım mı öztürkçe değil diye? Yoksa izini mi sürmeli kelimenin? Güllabici, “delileri zapt eden adam” olarak geçiyor sözlükte. İyi de neden bu isim bu sokakta? Acaba burada bir akıl hastanesi mi vardı ya da bir olay mı oldu? Yani kelimeleri sildikçe hikayeleri ve kültürü de siliyoruz adım adım.

 

N.B.: “Hamileliğin son aylarında aşırı kilo alıp, bir sonraki günü dahi taşıyamaz olmuş bir kadına benziyordu İstanbul. Attığı her adımda, azametle büyümüş vaatkar karnından su sesleri geliyordu dalga dalga. Sürekli yiyordu ya yediklerinin, ne kadarının kendine, ne kadarınınsa içinde günbegün büyüyen onca küçümen, kırılgan ve asla doymayan cana yaradığını artık kendi de bilmiyordu”. Bu asla doymayan candan biraz bahsedelim mi, doğmamış yeni jenerasyonlar mı bunlar?

E.Ş.: İstanbul daimi “öğütme sistemi” olan bir kent. Bu haliyle sanat için ideal, sanatçı için zor yer. Sürekli mücadele, sürekli cebelleşmek demek. Gördüğüm bildiğim en hakiki kentten ve kentlilikten bir o kadar uzak. Beni büyüleyen kentin direnci esas. Elimizden geleni ardımıza koymamışız onu yok etmek için, gene de güzel, her şeye rağmen direniyor. İzlerle dolu her taraf, yitip gidenlerin izleriyle. Yani iz toplamaya meraklı, duyarlı olan için başlı başına bir hazine o.

Vazgeçemediğin bir sabit tutku gibi. Deneyeceksin, yapamayacaksın, vazgeçtiğini sanıp uzaklaşacaksın, sonra özlemi ağır basacak gene, dönüp gene ondan uzaklaşacak, tekrar ve tekrar kavuşup ayrılacaksın. Ondan da bir şeyler aşınacak, senden de, bütün bu zaman zarfında.

 

N.B.: Peki karşılıklı hep direniş ve mücadele içinde olduğumuz bu yakın hissettiğin şeylerden biri de acaba onun da “yaşamla ilişkisinin pürüzsüz olamaması” olabilir mi?

E.Ş.: Kesinlikle öyle. Hiçbir zaman doğrularından çokça emin, fazlasıyla düzgün, damı akmayan, bir marazı olmayan insanların yanında rahat edemedim. Böyle her şeyi çözmüş bitirmiş, bildiklerinden kendine boy boy otoriteler örmüş insanların yanında elimi ayağımı nereye koyacağımı şaşırırdım hep. Yurtdışında, bilhassa Almanya’da Köln’de böyle hissederdim hep. O şaşmaz düzenin içinde, tek yapman gereken ayak uydurmak akışa, huzur kadar sinsi bir zehir var mı uyuştura uyuştura tatlı tatlı öldüren… İstanbul güzide çirkinliği, marazi güzelliğiyle sahici geliyor bana. Doğru, kent değişiyor ve çirkinleşiyor ama aynı zamanda müthiş bir ayakta kalma hikayesi İstanbul. Her şeye rağmen, inadına. Sanat için ideal, sanatçı için yanlış bir yer.

 

 

 

Yirmibir Mimarlık, Tasarım ve Kent Dergisi, Sayı 19, Ocak 2004

 

 

İzlenme : 4207
Geri Dönmek İçin Tıklayın
www.elifsafak.com.tr      :                                                         © 2006 - 2024 www.elifsafak.us