. : Duyurular :  Elif Şafak resmi web sitesi: http://www.elifsafak.com.tr / Elif Şafak’ın twitter adresi: http://twitter.com/Elif_Safak / Facebook: http://www.facebook.com/Elif.Shafak
    Elif Şafak´la yeni kitabı ´Şemspare´yi konuştuk. Şafak, yeni bir romana başlamanın sancıları içinde sorularımızı yanıtladı. ´Bence bir Türk yazarın hiç ama hiç politikayla ilgilenmemek...Devamı >>

  Elif Şafak´ın mart başında çıkan yeni romanı "Aşk" kısa sürede en çok okunanlar arasındaki yerini aldı. Şafak önceki romanlarında olduğu gibi yine toplumsal kuralların, geleneklerin, gö...Devamı >>


Röportajlar
“Benimle beraber gelen tek bavul hep yazı olagelmi

 

“Benimle beraber gelen tek bavul hep yazı olagelmiş.”

 

Türk edebiyatınıda adından övgüyle bahsettiren Elif Şafak, Öykülü Geceler’in konuğu olarak 18 Nisan 2005 tarihinde New York’ta edebiyatseverlerle buluştu. Aşağıdaki yazı, Elif Özmenek ve Rana Şenol’un yazar ile o gece yaptıkları sohbetin bir özetidir. Bu söyleşide Elif Şafak, romanlarının yazma sürecinin perde arkalarından ABD’de yazar olmaya kadar geniş bir çerçevede gözlemlerde bulunuyor; kısaca Elif Şafak kendini anlatıyor:

Türk edebiyatının yükselen yıldızlarından biri olan Elif Şafak, Öykülü Geceler’in konuğu olarak 18 Nisan 2005 tarihinde New York’ta edebiyatseverlerle buluştu. Aşağıdaki yazı, Elif Özmenek ve Rana Şenol’un yazar ile o gece yaptıkları sohbetin bir özetidir. Bu söyleşide Elif Şafak, romanlarının yazma sürecinin perde arkalarından ABD’de yazar olmaya kadar geniş bir çerçevede gözlemlerde bulunuyor.


Diplomat bir ailenin tek çocuğusunuz. 1971 yılında Strasbourg’da doğduktan sonra üniversitede okumaya başladığınız zamana dek neler yaptınız?
Bu akşamı düzenlediğiniz için herşeyden önce çok teşekkür ediyorum. Türkiye’de en çok eksikliğini duyduğumuz şeylerden bir tanesi yazıyı konuşamamak, edebiyat eleştirisinin olduğu bir ortamı soluyamamak. Görünürde fazla yazar odaklı bir edebiyatımız var ama kitap analizi, yazıyı paylaşmak, yorumlar alıp onları düşünmek, bunu çoksesli, çok aktörlü bir okuma etkinliğine çevirmek pek alışa geldiğimiz birşey değil. Onun için çok önemsiyorum bu etkinliği ve teşekkür ediyorum.

Kendi hayatıma baktığım zaman önemli bulduğum noktalar var. Birinci veya en önemli noktalardan bir tanesi aile ortamı içinde büyümemek. Anne, baba, anneanne, dede sürekliliğin olduğu bir ortam içinde büyümemenin yazım ve kişiliğim üzerinde çok büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Bir de farklı kültürler veya ülkeler görerek, birtakım kesintilerle büyümek. Fransa’da doğdum ama orada çok fazla yaşamadık. Kısa bir süre sonra Türkiye’ye döndüm ve çok farklı dünya ve İslam görüşlerine sahip bir anneanne ile babaanne arasında gidip geldim. İlkokulu Ankara’da okudum. Daha sonra on-on bir yaşındayken Madrid’e gittim. O sırada annem diplomat oldu. Ondan sonra da Amman ve Köln, Almanya dönemleri oldu - her defasında tekrardan Türkiye’ye dönerek.

Hayat devamlı kesintilerle örülü ve şimdiki zamandan oluşan bir kurgu. Baktığım zaman benimle beraber gelen tek bavul, tek süreklilik duygusu hep yazı olagelmiş. Dolayısı ile yazı ile ilgili olan bağım daha eski. Yazar olmayı düşünmek, ona karar vermek tabi ki daha sonraki adımlar ama yazı ile bağım; günlük, şiir, roman ne düzeyde olursa olsun daha eskiye gidiyor. Bunun en büyük sebebi de çok fazla seçeneğimin olmaması. Bir, çok fazla kitap okuyarak, yazarak, hayal dünyasının içinde yaşayarak geçen bir çocukluk. İki, o süreklilik duygusunu kaybetmemek için yazmak.

Ortaokulu Madrid’de okudum ve orada da iki ayrı aşama var: İlk gittiğim okul daha çok bir Amerikan okulu (hazırlık sistemi) ama ondan sonra devam ettiğim okul bir İngiliz Koleji’ydi. Ben ilk defa orada milletler hiyererarşisi denen birşey olduğunu, sizin kişiliğiniz, beyniniz, ruhunuz ne derse desin hep size aksedilen ulusal kimlikle insanların öncelikle onu gördüğünü tecrübe ettim. Okuldaki tek Türk bendim. Her milletten çocuk vardı. Benim için mesela çok uygun bir yer değildi. Ben anneannemin daha çok batıl inançlarıyla örülü dünyasından çıkıp çat diye orada buluyorum kendimi. İnsanlar bir şekilde Türkiye’yi temsil ediyormuş gibi bakıyorlar. Bir de Türk olmak için talihsiz bir dönemdi herhalde. Tam Papaya suikast düzenlendiği dönemdi, İspanya da tabi Katolik bir ülke. Bunlar çocukken epey iz bırakıyor sizde. Size bakan insanlar önce bir ulusal kimlik görüyorlar, ya da dini bir kimlik. O tür şeyleri sorgulamama epey yardım etti bu süreç.


Sizim kimlik kartı üzerindeki soyadınız Bilgin ama siz annenizin soyadını kullanıyorsunuz.
Ben isimleri çok önemsiyorum. İsimlerin bir büyüsü, bir tılsımı, üzerimizde bir etkisi ve kudreti olduğuna inanıyorum. Pinhan’da da çok görülen bir çizgi. Mesela bir karaktere verdiğim isim bir şekilde oturmamışsa o karakteri yaşatamıyorum. Benim için önce isim var – yazarken de başkaları ile kurduğum ilişkide de. Şuna da çok inanıyorum: Tamam, doğuştan bize verilen isimler var ama o isimler içinde ölmemeye, hayatlarımızın değişik aşamalarında yeni isimler, lakaplar, soyadlar [alıyoruz]– o değişim beni çok büyülüyor. Kendime de bir isim aradığım noktada dönüp dolaşıp annemin ismine vardım. Şafak annemin ismi. O daha samimi geldi bana.


Birçok ülkede yaşadınız ve şimdi kadın çalışmaları üzerine öğretiyorsunuz. Karşılaştırmalı olarak Türkiye kadın konusunda nerede duruyor?
Belli bir tarihsel çerçeve içinde Türkiye’deki durumun çok enteresan olduğunu düşünüyorum. Salt kadın konusuna odaklaşarak da okuma yanlısı değilim. Daha genel bir kültürel ve sosyal bir tarih içinde bunu görmek daha anlamlı geliyor bana. Şunu çok sorunlu buluyorum: Biz, konuşurken, yazarken genelde Osmanlı ile Cumhuriyet’i bir kopuşla birbirinden ayırıyoruz. Aynı kopuş kadın meselesinde de karşımıza çıkyor. Osmanlı’dan modern devlete geçişte, nasıl statik toplumdan dinamik topluma, geleneksel toplumdan modern topluma geçişi birtakım ikilemler üzerinden okumaya alışkınsak kadın meselesinde de kadınların ezildiği bir toplumdan kadınlara haklarının verildiği bir topluma geçiş olarak okuyoruz. Aslında “vermek” kelimesi, kadınlara hakları “verildi” fiili ile başlamak lazım. Birşeyi alttan, sivil toplumdan gelen bir hareketle dönüştürmek başka, ihsan edildi duygusu ile almak başka birşey. Bunun çok ciddi uzantıları olduğunu düşünüyorum.

Şunu da eklemem lazım. Çok fazla kutuplaşmış siyasi bir söylememiz var. İslamcılar – Kemalistler, muhafazakarlar – karşıtları gibi ikilemler içinde bölünmeye alışkın olduğumuz için eleştirel gözle okumaya başladığınız anda hemen tak diye buradasın. Onu da eleştiriyorsanız, o zaman orada olman lazım. Biz, bu kutuplaşmanın dışında bir dil geliştirmek durumundayız. Çünkü her iki kesim de aslında birbirini ötelemeye çalışırken bence çok ayıklamacı bir tarih anlayışına yol açıyorlar. O ayıklama ihtiyacı her meseleye yaklaşımınızı etkiliyor. Birçok yasal, ekonomik, sosyal reformu çok önemsiyorum ama yeterli bulmuyorum. Onun sınırlarını, parametrelerini tartışabilir duruma gelmemiz gerektiğine inanıyorum. Mesela kadınlar gelişen reformlardan benzer oranda yararlanabildiler mi, üst sınıfın kadınları ile alt sınıfın kadınları aynı oranda tecrübe edebildi mi bunca yaşanan süreci veya köyde ve kentte nasıl yaşandı? Kürt kadınları nasıl yaşadı, Türk kadınları nasıl yaşadı? Ermeni kadınları, Yahudiler nasıl yaşadı? ... Daha katmanlarına ayırarak, özüne özüne bakmaktan yanayım. Kadın çalışmalarında da, kültürel tarih okumalarında da beni sıradan atledilen bireyin o büyük büyük koca koca dönüşümleri sancıları ile nasıl algıladığı, çelişkileri ile nasıl yaşadığı çok ilgilendiriyor. Biz genelde Cumhuriyet ve tarih okumamizda insanı pek önemsemiyoruz. İnsan üzerine odaklaşmadan okuyoruz. Ben insanı okumayı seviyorum.


Çok küçük yaşta yazmaya başlıyorsunuz. Neden?
Biraz seçeneksizlikten. Daha kalabalık bir aile ortamı içinde büyümüş olsaydım veya fazla süreklilik duygusu ile büyüseydim yazı ile bu kadar erken buluşur muydum bilmiyorum. Ben günce ile yazmaya başladım. Hayatımı o kadar sıkıcı buluyordum ki olmayan şeyleri olmuş gibi yazıyordum. Bir şekilde gerçek ile hayalin hudutları orada yavaş yavaş bulanmaya başlıyor. Oradan öyküye kısacık bir adım, bir sonrası o kulvar içinde romandı.


Sonrasında üniversite yılları geliyor. Neden ODTÜ Uluslararası İlişkiler ve akabinde kadın çalışmaları?
Hayatımda olduğu gibi eğitimde de çok fazla iniş çıkış var. Hem Uluslararası İlişkiler hem de doktoram olan Siyaset Bilimleri şu anda öğretildiği biçimi ile çok fazla uzmanlaşma isteyen ve böyle öğretilen alanlar. Balkanlar, Ortadoğu gibi birşeyin uzmanı olduğunuzda daha çok itibar görüyorsunuz. Inter-disipliner çalışmalara çok açık değil maalesef. Benim gönlüm ondan yanaydı. Onun için aşk-nefret ilişkisi ile gitti.

Edebiyatın, özellikle romanıcının bir handikapı var. Bir şekilde Tanrılaştığınızı hissedebiliyorsunuz. Karakterler yaratıyorsunuz, kurgu yaratıyorsunuz, yaşatıyorsunuz ya da öldürüyorsunuz. Roman bittiğinde o havayı gündelik hayatta da koruyabileceğinizi zannetmek o kadar kolay ki. Aslında romancılık ego inşa eden bir alan. Akademi bendeki o yanı törpüleyen birşey. Onun için ona da çok ihtiyacım var. Bu benim için bir sarkaç gibi. Her ne kadar dengesizlik gibi görünse de beni dengeleyen tek şey.

Bilgi ve tecrübe bir çember aslında. Şu anda burada konuştuklarımız yarın yazdığım birşeyi etkileyecek. Bir alanda yaptığımız şeylerin başka bir alana nasıl yansıdığını görmek beni çok heyecanlandırıyor. Bizde ise kültür hala adalar halinde. Sinemacıysan sinema yap, romancıysan evinde otur romanını yaz, herkes kendi adasında. Kimi zaman ideolojik ve politik bölünmeler bunlar, kimi zaman uzmanlaşma alanları ile ilgili. Beni düşündüren bir adadan diğer bir adaya bilgi, kültür akmıyor. Zaten Cumhuriyet tarihi içindeki kopuştan ötürü bir kuşaktan bir kuşağa kültür akmadı, bu sefer de yatay kültür akışını da bu şekilde engellersek o zaman bundan bütün toplum zarar görür.

Kültürün bir çember olduğunu Amerika’daki İranlılar devrimden sonra bunu daha iyi fark ettiler mesela. İranlı akademisyenlerin yazdıklarına bakıyorum diyelim ki siyaset bilimi üzerine kitap yazan biri Hayyam’dan bir rubayi ile başlıyor. Sinema yönetmeni söyleşisine siyaset felsefesi üzerine yazılanlara atıfla başlıyor. Kendi alanı dışında da ne oluyor, ne bitiyor, ne üretiliyor daha meraklı, akışkan. O hale getirmek gerektiğine inanıyorum.



İlk romanınız Pinhan 1997’de yayınlanıyor ve 1998’de bu kitapla Mevlana Büyük Ödülü’nü alıyorsunuz. Pinhan’dan kısaca bahsedebilir misiniz?
Bende çok izi olan bir kitap. Çok katmanlı bir kitap olduğunu düşünüyorum. Katmanlıyı da özellikle söylüyorum çünkü çok farklı insanlar aynı kitabı okuyup çok farklı sonuçlar çıkarabilirler. Kitap çıktıktan sonra en büyük eleştiriyi sol entilajansiyadan aldım. Çünkü içinde çok fazla Osmanlıca kelime vardı, bir. Tasavvuf çok fazla vardı, iki. Ben Türkiye’deki solun en büyük eksikliklerinden bir tanesinin dinler felsefesi ve tarihine karşı bu kadar önyargılı olması olduğunu düşünüyorum. Bir de gelenek dendiği zaman bizim tüylerimiz diken diken oluyor. Kelimeleri çok politize ediyoruz.

İspanya’dan döndüğüm zaman Türkçe’den kopmuştum. Belki de dilin tınısını farklı duymaya başladım. Birşeyin dışına çıkmak bazen onu daha iyi görmeyi sağlayabiliyor. Istanbul’daki sokak isimleri bile bunu başlı başına görmek için iyi bir örnek. Diyelim Güllavici Sokak. Soruyorum o sokakta yaşayan insanlara ne demek Güllavici diye, bilmiyorlar. Sekiz senedir bu sokakta yaşıyor hiç merak etmemiş çünkü Osmanlıca bir kelime. O, onun gündelik hayatı içinde olan bir kelime değil. Şimdi biz sadece kelimeleri kaybetmedik, merak duygumuzu da kaybettik. Sol entilajansiya da bu anlamda eleştirilmeli: Osmanlıya, geçmişe, tasavvufa dair düşündüğü zaman merak duygusu yok. Pekiyi, bu dili kiminle konuşabiliyorsunuz? Görünüşte daha muhafazakar kesimle, değil mi? Biraz daha bilincinde, bu kelimeleri sürdürüyor, biraz daha süreklilik var orada. Ama onlar da eleştirel gözle okumadıkları için ve tek bir okuma biçimini sahiplenip üste çıkardıkları için bence diğer okumaları sürekli sansürlüyorlar. Onun için aynı ayıklamacı şey orada da var.

Ben Pinhan’ı yazarken çok dönüştüm. Tasavvufun derya deniz, uçsuz bucaksız bir alan olduğunu düşünüyorum. Benim el yordamı ile bulduğum bir süreç oldu. Çünkü aileden öyle bir eğitim almadım. Çok daha geleneksel, laik, Kemalist bir aile içinde büyüdüm. Okudukça bunun ne kadar katmanlı olduğunu gördüm. O gün bugündür hem entellektüel hem de kalben bağım devam ediyor. Ama Türkiye’deki kutuplaşma içinde buna yer bulmak çok çok zor. Çünkü dediğim gibi ya buradansınız ya oradan.

Enteresan bir örnek vermek istiyorum. Ben Bilgi Üniversitesi’nde hem siyaset biliminde hem karşılaştırmalı edebiyatta bir dönem çalıştım. Çok da önemsediğim, açık fikirli, değerli akademisyenlerin olduğu bir yer. Birgün Fatih Üniversitesi’nden bir davet aldım. Bu daveti kabul ettiğimi Bilgi’deki birçok insan duyunca bunu yadırgadı. “Niye gidiyorsun oraya? Orası Kaf Dağı’nın arkası” dediler. Sonuçta gittim ve Pinhan konuşuldu o gün. %98’i kız öğrencilerden oluşan bir konferans salonu düşünün. O gün akademisyenlerden bir tanesi bana Pinhan’a dair aldığım en direk soruyu sordu: “Yakup Kadri geçmişte Bektaşiler hakkında yazmıştı. Samiha Ayverdi de Refailer hakkında. Siz kimlerdensiniz ki bu konuları yazıyorsunuz? Bizden misiniz değil misiniz? Bizden değilseniz niye tasavvufu yazıyorsunuz? Bizdenseniz bilelim çünkü bu kitapta eşcinsellik var, yakışmıyor.” (gülüşmeler).

Ben de dedim ki sorunuzu iki açıdan tehlikeli buluyorum: Bir, tasavvuf açısından. “Ne kadar çok yürek varsa Allah için çarpan o kadar çok yol vardır” diyen bir okumayı, bir topoğrafyayı tek bir kişiye indirgemek ve sahiplenmek bence çok yanlış. İkincisi de edebiyat böyle birşey değil. Edebiyat başkası olabilme yeteneği. Edebiyat hayal kurabilmek, zemini kayganlaştırabilmek. Ve geçişlilik. Tasavuffta da aynı şey var. Tabi çok hoşlanmadı. Pinhan bana bunları yaşatan ve açıkcası Türkiye’de çok farklı kesimlerle ilişkiye geçmemi sağlayan bir kitap. İmza günlerinde arkadaşların bana hep söylediği şey ne kadar çok türbanlı okurunuz var. Aynı masada buluşup ekmek paylaşmayan insanların aynı kitabı imzalatmak üzere geldiğini görmek benim çok hoşuma gidiyor.


İkinci romanınız 1999’da çıkan Şehrin Aynaları. Biraz da o kitabı anlatır mısınız?
Geleneksel roman kurgusuna herhalde en yakın olan kitabım. Başından sonuna kadar tek bir yüzyılda geçen ve tarihsel roman diye adlandırdığımız bir kitap. 17. yüzyıl beni çok büyüleyen bir yüzyıl. 17. yy Rusyası, Osmanlısı, İspanyası. Karşıtlıklara çok dayalı bir kitap. Varmak ve gitmek kelimeleri üzerine yoğunlaşan bir kitap. Varmak, belli bir yere yönelmek, o çizgiden sapmadan ilerlemek ve hayatı yaşamak mümkün. Kat kat inşa ederek. Gitmek biraz daha göçebe, nereye vardığınız değil de gitme eyleminin kendisi önemli. Gitmek fiilinin açılımlarını arayan bir kitap Şehrin Aynaları.

Bir de öfkeli bir kitap. Öfke önemli bir duygu. Ama öfke dediğim zaman illa ki yakmak, yıkmak, yok etmek anlamında demiyorum. Yıkım da çok yaratıcı birşey. İnsanın kendini var edebilmesi için bir önceki halini yıkması lazım. O duygularla yola çıkan bir kitap.


Üçüncü kitabınız Mahrem 2000 yılında çıkıyor ve sizin için belki de bir dönüm noktası. Artık ben de varım dediğiniz bir nokta. Ayrıca bu kitapla Türkiyeli Yazarlar Birliği Roman Ödülü’nü alıyorsunuz. Mahrem’de de yine çok güçlü kadın karakterler var. Biraz da bu kitaptan da bahsedebilir misiniz?
Mahrem bir dönüm noktası benim için çünkü şunu gördüm: Hiçbir romanın yazımı bir öncekinden daha kolay olmayacak. Ben ilerleme diye birşeyin bu anlamda olmadığına inanıyorum. Ama şunu da öğretti; hikaye size hakim oluyor. Yazma süreci çok daha içine kapalı ve daha tüketici birşey. Yıkıcı bir süreç ve ben bunu Mahrem’de çok yaşadım. azdığım karakterler kendi hayatımı etkilemeye başladı. Hikayede şişko diye adlandırdığım bir karakter var, benim yeme düzenimi bozdu.

Roman üç bölüme ayrılıyor. Ben sadece iki bölümünü düşünerek yazmaya başladım. Sonra üçüncü bölüm çıktı ve cinsel taciz olduğu için onu yazarken çok endişe ettim. Annem bu romanı okuduğu zaman ne düşünecek, kaygılancak mı diye. Fakat bu benim için önemli bir ipucuydu. Bir romanı okur ne düşünecek diye yazmaya başladığınız zaman hikayeden uzaklaşıyorsunuz. O kaygıyı kendi içimde erteleyebilmek benim için önemliydi. Aslolan hikayedir. Her türlü kaygı ya da beklenti, övgü ya da sövgü kitap bitince düşünmeye başlanmalıdır. Bunu bana Mahrem’i yazma süreci öğretti.

Türkiye’de bir stereotip var, sizi bir muhakkak birşeye sokmaya çalışıyorlar. Amerika’da da var mı bu?
Aslında Amerika’da başka birşey çok daha vahim boyutta işliyor. Her kitabı bir işlev yükleyerek okuma, basma, yayınlama ve konuşma eğilimi burada başka sebeplerden dolayı çok hakim. Nereye gidersem gideyim ben Ortadoğulu Müslüman kadın romancıyım. Size atfedilen kimlik değerlendiriliyor ve yazdığınız edebiyatın kalitesi, içeriği üç adım arkadan geliyor. Gördüğünüz ilgi kimlikle ilgili birşey, edebiyatla ilgili değil. Onu kırmaya çalışmak önemli.

Bir de şöyle bir beklenti var burada. Diyelim bir yazar Hispanik cemiyetin temsilcisi, ya da 3. kuşak Çinli kadınların zorluklarını yazıyor. Bir rol modeli olarak yazma durumu var. Bütün kültürde hakim bu. Öyle yazdığınızda da birçok kapı açılıyor.


Sonra da 2002’de Bit Palas yayınlanıyor. Sizin hep gündeme getirdiğiniz bir olgu, çemberden sık sık bahsediyorsunuz. Son olarak Bit Palas’ın hikayesini anlatır mısınız bize?
Az önce bahsetmiştim Güllabici Sokak’tan, onun hikayesi Bit Palas. Bazen tek bir sokağın hikayesinden yola çıkmak sosyal ve kültürel tarihe dair enteresan ipuçları barındırıyor. Gecesi gündüzünden daha gürültülü olan bir sokak ve Istanbul’un özünü anlamak için önemli bir mekan.

Ben Bit Palas’ı yazmaya İstanbul’un çöp yazılarını okuyarak başladım. Elimde birikmiş yüzlerce resim var. Kitabın sonlarında da kullandım o bilgileri. Farklı farklı semtlere gittiğinizde dil değişiyor. Mesela Güllabici Sokak’ın birkaç sokak ötesinde de bir çeşme var. Üzerinde “Çöp dökmeyin, bunun altında Evliya var” yazıyor. Fatih’te “Allah çöp dökeni sevmez” yazar. Dolapdere’ye gittiğinizde “Çöp döken orospudur” yazıyor (gülüşmeler). Öyle öyle çöp yazılarından yola çıkarak başladı. Bir şehir okuması arzusu ile yazıldı kitap.

Kitapta yine karşıtlıklar var. İç – dış ayırımı mesela. Türk toplumunun en ilginç özelliklerinden biridir, evlerimiz ne kadar temiz, sokaklarımız ne kadar pis. Evini bu kadar temiz tutan insan bir adım dışarı çıktığında ne değişiyor? Niye kamusal alan sahiplenmediğim alan? Özel – kamusal, iç – dış, temizlik – kirlilik ayrımları ile oynayan ve bunları biraz ters düzen eden bir kitap.

Elif Şafak gecenin sonunda edebiyatseverlerden gelen soruları yanıtladı ve kitaplarını imzaladı.

Not: Yazar, 15 Nisan 2005 tarihinde The Moon & Stars Project’in davetlisi olarak son kitabı Araf’ı konuşmak üzere yine New York’a geleceğinden bu kitapla ilgili olarak herhangi bir soru sorulmamıştır.


Bant Çözümü: Mehmet DEDE

 

 

 

Elif Özmenek ve Rana Şenol, öykülügeceler.com, 18 Nisan 2005

 

İzlenme : 4431
Geri Dönmek İçin Tıklayın
www.elifsafak.com.tr      :                                                         © 2006 - 2024 www.elifsafak.us