Mesnevî dipsiz bir kuyu, kova kova çektikçe dolup yenilenen, asırlardır tükenmeyen.
Araf’ı yazarken Mesnevî’deki bir hikayeden yola çıktım; ‘topal kuşların birlikteliği’. Mesnevî’de anlatıldığı üzre bir gün bir bilge, kendi türleriyle uçmayı reddeden iki ayrı cinsten kuşa rastlar yol kenarında. Hayli merak eder bu iki farklı yaratığın nasıl olup da kendi aileleriyle, ait oldukları yerlerde yaşamak istemediklerini, nasıl olup da bir “yabancı”yı kendi kardeşlerine yeğlediklerini. Biri karga, biri leylek... O kadar zıttır ki kuşlar, ihtimal veremez birbirlerini sevdiklerine. Tâ ki her ikisinin de topal olduğunu keşfedinceye kadar. O zaman anlar ki birlikte yaşar, birlikte kaçar, kendi sürüleriyle yaşamayı başaramayanlar. O zaman anlar ki, sahip oldukları değil, sahip olmadıklarıdır kimilerini birbirlerine yakın kılan. Ve böyleleri için gitmektir aslolan, varmak değil.
Yaşadığımız şehrin dışında, elbet bir gün gidebileceğimiz, gidince yerleşebileceğimiz, yerleşince sevebileceğimiz bir başka diyar olmalı. Yoksa tahammül edemeyiz. O başka ‘diyar’ın başka başka isimleri olmalı; kişiye, duruma ve döneme göre değişen. Kimine göre, iki dönüm zeytinlik Ayvalık civarında, ya da eski bir değirmen Anadolu’da bir yerlerde veya beyaz badanalı bir ev, illâ ki Bodrum civarında. Bir gün, çoluk çocuk kendine yeter ya da karaciğer-böbrek-kalp kendine yetmez olduğunda, dinecek tüm bu tantana. Çekip gideceğiz oraya. Pılımızı pırtımızı toplayıp çekileceğiz, yenik ama mağrur. Hanım da gelebilir isterse, ya da sevdiklerimizden işte kim varsa, kim kaldıysa. Gelirlerse ne âlâ ama gelmeseler bile, biz kendi başımıza gideceğiz oraya. Kaçacağız bir gün bu şehirden. Kavafis’e içten içe hak versek de, şehr-i şehr-i İstanbul’un işi gücü bırakıp arkamızdan gelmeye filan kalkmayacak kadar bıkkın olduğunu biliyoruz nasıl olsa.
Öte yandan şehir ile öte-diyar arasında hiç olmazsa fikir düzeyinde mekik dokumak yerine, bizatihi içinde yaşadıkları şehirlerde cirit atmayı tercih edenler de oldu geçmişte. Şehre kızgın ama bir o kadar aşık, ne ona ne onsuzluğa katlanabilen ama son tahlilde inatla şehirde kalmayı, şehirli olmayı seçenler. 19. ve 20. yüzyıl modernitelerinin en önemli figürleri olarak dikildiler karşımıza. Nam-ı diğer kent-gezginleri. Yabancıları dışlamayan, kendine zerre kadar benzemeyen insanlarla bir arada yaşamaktan gocunmayan ve içten içe, gittikleri her yerde aslında en çok kendilerini yabancılayan topal kuşlar, flaneur’ler. Modernleşmenin başka başka şehirlerde nasıl ayrı ayrı kulvarlardan yürüdüğünü gözler önüne seren Marshal Berman, Marx’ı, Baudelaire’i ya da Faust’u bir de bu gözle değerlendirmeyi önerdi. Eğer Berman İstanbul’u da ele alabilmiş olsaydı mesela, edebiyat-modernite-kentgezgini üçlemesine Sait Faik’in de ismini eklerdi mutlaka. İnsanları arşınladığı için sokakları tanıyabilen, sokakları dışlamadığı için şehri bilebilen Sait Faik’i.
Ne varsa şehirde var. Şehirde ne varsa, karşıtıyla var. Büyük ve kaotik şehirlerin dışında, kurtarılmış steril sahalarda yaşamak iyi hoş da, ruhsuz ve boğucu alabildiğine.Yaşanmamış hayatlardan, yalıtılmış bölgelerden edebiyat çıkmaz. Sanat karşıtına muhtaçtır, çelişkilere, yabancılara, yabancılık duygusuna. Edebiyat topal kuş işidir, kırık olacak bir yanı, bin yanın. Küssen de bir anlığına hani seni habire kışkışlayan şehir hayatına, döneceksin ısrarla; dönüp de başka başka topal kuşlara rastlayabilmek umuduyla...
27.02.2005