Kapıyı açıp geçmeye çalışıyorum. Ne mümkün. Ben ona yol vermesem, geri çekilmesem dahi, omuz dirsek atarak kayıveriyor aradan.
İtiş kakış, toz duman. Gene geçiyor önüme Kimlik’im. Ardından seğirtiyorum homurdana homurdana. Kimlik’im önde, Kişilik’im üç adım arkada, bu vaziyette giriyoruz bir mekâna ne vakit birileriyle tanışmam gerekse Amerika’da. Arada çeşitli numaralarla çelme takıp Kimlik’imin ayağına onu geride bırakmayı başarsam dahi, tanıştığım Amerikalıların büyük çoğunluğu hemencecik kaldırıveriyor onu yerden, üzerini silkeleyip törenle oturtuyor başköşeye. Kişilik’im atıldığı kenardan kös kös seyrediyor olan biteni. Dünya görüşüm, değerlerim, geçmişim ve siyasetim ve ürettiğim ya da üretmeyi düşlediğim, inandığım ve inanmayı reddettiğim ne varsa, tortop olmuş derlenmiş bir bohçada, öylesine duruyor Kişilik’imin kucağında. Kimlik’ime gelince, umurunda mı ne gam, o gördüğü itibardan memnun bu esnada. “Ortadoğulu kadın romancı” kisvesinde gayet afili burada Amerika’da ne de olsa.
Soruyorlar. Mesele: “Türk edebiyatında çok kadın yazar var mı?”
Kimlik’im cevaplıyor arkasına yaslanarak. Elcevap: “Ee, çok yok tabii.”
Kişilik’im ters ters bakıyor kenardan. “Saçmalama Kimlik! Dikkat et sıfatlara. Az çok neye göre? Sevdiğim bütün kadın şairler, romancılar, öykücüler mezarlarından kalkıp girecek rüyalarıma. Konuş, daha çok anlat. Madem başladın, doğru dürüst analiz et.”
Kimlik’im duyuyor duymasına da söylediklerimi, hiç oralı olmuyor. Yakmış sigarasını, tüttürüyor tütünü ve itibarı ve iktidarı.
Soruyorlar. Mesele: “Müslüman bir ülkede kadın meseleleriyle ilgilenmek zor olmuyor mu?”
Kimlik’im yapıştırıveriyor anında. Elcevap: “Ee, zor tabii.”
Kişilik’im çaktırmadan yer değiştirip, yanındaki sandalyeye geçiyor. Adım adım, sandalye sandalye kayarak kenardan kenardan en nihayetinde masaya yaklaşmayı başarıyor. Bu arada Kimlik’im kendi sesinin tınısına kapılmış habire ahkam kesmekle meşgul olduğundan fark etmiyor yaklaşan tehlikeyi.
Soruyorlar. Elcevap: “Romanlarınızı sansürlemek istedikleri oldu mu hiç?”
Kimlik’im bilmiş bilmiş açıyor ağzını. Fakat o daha bir şey söylemeye fırsat bulamadan, Kişilik’im arkadan yaklaşıp kafasına indiriveriyor elindeki mermer şamdanı.
Sonra.. sonrası hep aynı. O karambolde biri yere düşüyor, öteki onun yerini alıveriyor çaktırmadan. Kişilik’im şamdanı bırakıp elinden, kesici bir alet takıyor diline. “ORTADO?U”, “KADIN”, “İSLAM”, “DO?U”,... koca koca heyula boyutunda ne kadar üstanlatı varsa önünde, küçük küçük ince ince dilimlemeye başlıyor. “Hangi Ortadoğu? Hangi pusulası şaşmış, Doğusu-Batısı neye göre ayrılmış, sınırları ne zaman kimlerce ve nasıl böylesine meşrulaştırılmış şaibeli haritalarında gündelik jargonumuzun? Ve hangi coğrafya ve hangi tarihsel dönem ve hangi öznenin, kimlerin gözünden bakınca sisteme? Hangi sınıf açısından, hangi etnik grup,... sahi kimin gerçeği ulaşmaya çalıştığımız? Bu kadar mı uzak “orası” bellediğiniz diyar? Bu kadar mı kopuk “burası”nın gerçekliğinden?”
Uzadıkça uzuyor konuşmalar. Soruları cevaplamaktan ziyade soruları sorgulamakla geçiyor zaman. Kafalar karışıyor gerçi ama böylesi daha iyi. Karışıklık ve Ulu-Kaos, kategorik ayrımların kaskatı çizildiği şablonların netliğinden daha berrak yansıtıyor gerçeği.
Davet sona erdiğinde Kişilik’im önde, yorgun ama bahtiyar; Kimlik’im kafasında yumru, dilinde sövgü üç adım arkadan takiben çıkıveriyoruz kapıdan.
13.03.2005