Türk edebiyatının bir mutfağı varsa eğer, orada boy boy dizili fıçı fıçı tartışma konularından kimilerine Hızır aleyhisselamın ince-uzun-kemikli eli değmiştir sanki; okuyup üflemiştir gündem maddelerimize: “Artsın, eksilmesin! Taşsın, dökülmesin!”
Erkek yazarların kadınları “yeterince” anlayıp anlayamayacaklarına, keza “doğru” anlatıp anlatamayacaklarına dair sorulan o malûm soru kalıbı da, Hızır’ın bereket duasını almış olmalı. Olmalı ki, açıldıkça açılır aynı mevzu. Böylelikle ne vakit yeni bir roman çıksa piyasaya, aynı şüpheperest yargıyla çıkılır yazarının karşısına. “Anlatılan senin hikâyendir” sözündeki tüm hikmet birdenbire tersyüz edilip, romancıya yöneltilir: “Anlattığın, senin kendi hikâyen mi?”
Kendi hikayesi ise ne âlâ. Aksi takdirde, düşmez-kalkmaz-iflah-olmaz peşin hükümlerimiz nüksediverir. Gidip de “elalemi” yazmaya kalkanın ya samimiyetini-niyetini kurcalar, ya da bilgisinden-sezgisinden sual ederiz. Biz işte bu sebepten hâlâ ve ısrarla, dönüp dönüp şüpheyle yaklaşma gereği duyarız kadınları anlatan erkek yazarlara.
Oysa nasıl da nobran bir genellemedir “kadın”. Sormak gerek bu noktada, “af buyurun, hangi mekânda, hangi zamandaki, hangi kadınlık hâlleri?” diye. Ancak böyle parça parça ayrıştırabildiğimiz takdirde, kimi “kadınlık hâlleri”ni anlayıp anlatabilmenin kimi kadınlara, en az erkeklere olduğu kadar uzak bir mesafede durduğu görülebilir. Ve nasıl ki tek ve mutlak ve yekpare ve yalıtılmış bir “kadın” yok ise, tek ve mutlak; yekpare ve yalıtılmış bir “erkek yazarlık hâli” de yoktur ortada. Ne var ki bu yazının yüzü suyu hürmetine, “kadın-karakterler-yaratan-erkek-romancı-hâlleri”ni ÜÇ rakamının masalsı cazibesinde sabitlemeyi deneyebiliriz. Tıpkı maddenin üç hâli gibi: “Katı hâli-gaz hâli-sıvı hâli”. Öte yandan, “yaratmak” ve “erkeklik” güzergâhlarından geçen her patika eninde sonunda BABA figürüne çıktığından, er ya da geç babalığın bir biçimiyle ilişkilendirilecektir bu üç hâlden her biri: “öz baba hâli-üvey baba hâli-iskele babası hâli”.
Maddenin katı, babalığın öz hâlinden hareketle yazan romancı, karakterleriyle arasındaki emir-komuta zincirini mümkün mertebe kaybetmemeye özen gösterir. Katı hâlli erkek yazarın kaleminden çıkma dişi roman karakterleri, yemek borusundan aşağı bir türlü inemeyen ayva lokmalarına benzerler. Ne yutulur, ne de çıkarılabilirler gerisin geri. Hiçbirinde belirgin bir aksaklık yoktur ilk bakışta. Olmuşlardır olmasına da, usta ellerden çıkma balmumundan heykeller kadar yakın olabilirler gerçeğe. “Az kalsın gerçek sanacaktım” diyebilirsiniz en fazla ama gerçek sanmazsınız onları. Öte yandan, kadın romancılar arasında da yarattıkları karakterlerini, bilhassa da kadın karakterlerini, çimdire çimdire sevenlere, severken dövenlere sık sık rastlanır. Halide Edip Adıvar gibi...
Üvey baba hâlinden hareketle yazan romancıya gelince, onun kafası daha karışık, iktidarı daha az mutlakıyetçidir. Babalık ettiği karakterlerin varoluşundan tastamam, büsbütün sorumlu olduğunu düşünmediğinden, kendinden ayrı bir varoluş alanı tanır onlara. Dişi karakterlerinin kendisini şaşırtmasından hoşlandığı gibi, gözünün önünden ayrılmadıkları müddetçe gönüllerince gezip tozmalarına dahi izin verebilir. Hayli çelişkili, bir o kadar “sinir harbi” bir niteliği vardır maddenin gaz-yazarlığın üvey baba hâllerinden yazmanın.
İskele babası hâline gelince, kelimenin olanca olumsuz çağrışımına rağmen, dişi karakterlerine en fazla varoluş alanı ve hakkı tanıyan romancılar bu cenahta toplanır. Maddenin sıvı halidir bu. Kadın karakterlerinin kendisini şaşırtmasına değil sadece, kendi kendilerini biçimlendirmelerine izin verir. Metin durmaz, akar. Sevgi Soysal gibi...
Yazar olmak her şeyden evvel yazıya âşık olmayı gerektirir. Aşk ise karşılıklı parçalanmak demektir. Sadece sen yazıyı yaratmayacaksın, yazı da seni yaratacak. Sıvı halinden hareketle yazan romancı, karakterlerini parçalarken onlarla beraber parçalanmayı, şaşırmayı, toparlanamamayı göze alır. Romancının gücü tam da “başkasının” hikâyesini kendi hikâyesi yapabilmesinde yatar. Ve ancak o zaman, taştığıyla kalmayıp, akmaya da başlayabilir.
17.04.2005