New York’ta bir Türk taksi şoförü, havaalanına yetişme telaşındayken palas pandıras tesadüfen rast geliyorum arabasına. Trafiğe dair şikayetlerimi sabırla dinleyip tebessüm ediyor, sessizce ilerliyoruz bir müddet.
‘Yetişiriz merak etmeyin.’ derken hangi havayollarıyla gideceğimi soruyor ve bir de nereye yolculuk etmekte olduğumu. Ben ‘İstanbul’ der demez, aynada parlıyor gözleri. ‘Türk müsünüz yoksa?’ Aradaki cam bölmede asılı kartta yazılı isme takılıyor gözüm. Birden konuşkanlaşıyor. Bana ilk sorduğu şey ‘memleket’. Ne kadar sıklıkta gidip geliyorum şehr-i şehire, İstanbul şimdi nasıldır acaba, havaların iyi olduğunu biliyor; çünkü konu komşu akraba herkesi bırakmış İstanbul’da ve hemen her gün onlarla haberleşiyor. ‘Ailece geldik buraya.’ diyor. ‘Hanım da burada çocuklar da...’
Amerika’da ne aradığını soruyorum, pek göçmen tipine uymuyor çünkü, hani öyle ne Amerikan rüyasına kapılarak yaşlı kıtaya gelenlere benziyor ne de maceraperestlere. Yaşı daha geçkince, yüzü daha durgun. ‘Kızım için geldik.’ diyor, ‘Benim kız okuyabilsin diye’.
Amerika’da okuyan azımsanmayacak sayıda türbanlı Türk kızları var, çoğu aileleriyle beraber gelmişler buraya, onlarla beraber anneler babalar da düşmüş yollara. Kızlar okurken onlar da önemli bir kültür şokundan geçiyorlar, kimisi kimisinden daha çabuk uyum sağlıyor ama belli ki akıllar geride bırakılmış; ‘memlekette’. Verdiğim konuşmalarda, okumalarda da benzer şeyleri gördüm gözlemledim. Yeni bir kimlik doğuyor, son derece iyi İngilizce bilen, son derece iddialı okullarda iyi bölümlerde okuyan, gayet genç ve en önemlisi belki de çok-kültürlü bir başörtülü genç kızlar grubu var Batı’da. Bilhassa Amerika’da. Burada ne kadar iyi tutunduklarını ve yükseldiklerini görünce bir yandan böylesi bir göçe tabi tutulmanın onlar için ne kadar önemli bir fırsat olduğunu düşünmeden edemiyorum; ama bir yandan da ailelerine bakıyorum, az buz bir değişim değil ailelerin yaşadıkları. Öte yandan burada okuyabilen başörtülü kızların bir anlamda şanslı bir azınlık olduğu da ortada. Sadece parası olanlar, burs alabilenler ya da ailesiyle gelebilenler belli ki bu adımı atabilmiş.
Bu kızlar üniversite eğitimlerini tamamladıklarında yeni bir ikilem bekliyor hem onları hem de ailelerini, dönmek mi kalmak mı. Çalışmak istiyorlar elbette ve bunun için Amerika onlara olanak sağlıyor, öte yandan Türkiye usul bir ezgi gibi tanıdık ağırdan çağırıyor usuldan ama iş olanakları vermiyor, dışlıyor aynı zamanda başörtülerinden ötürü.
Türkiye’de sağ ve sol entelojensiyanın erkekleri, erkek aydınları aralarındanki ideolojik ve siyasi çatlaklara bölünmelere rağmen defalarca beraber gelmeyi, aynı masalarda oturup aynı platformlarda buluşmayı başardılar. Ortak eleştiriler geliştirip sivil toplumu güçlendirebilmek için. Ne yazık ki benzer bir fikir alışverişi siyasi yelpazenin farklı mevzilerinde konumlanmış kadınlar arasında gerçekleşemedi bir türlü; Kemalist, muhafazakâr, solcu.. kadınlar uzak kaldılar birbirlerine, uzak ve bigâne. Sol aydın kadınlar başörtülüleri öteledi, muhafazakâr kesimin aydın kadınları bu öteleme karşısında kendi kabuklarına daha çok çekildi. Arada köprüler yok denecek kadar az, ne diyalog akıyor ne empati. Bu kızlara dair bir araştırma yok. Ben onların iki taraflı bir sıkışma yasadıklarını görüyorum, bir yandan Türk devletinin başörtü yasakları, bir yandan geleneksel yapılar içindeki cinsiyet kalıpları.
Peki kızınız okulu bitince ne olacak, ne yapmayı düşünüyorsunuz?
‘Bunun masterı var doktorası var’ diyor taksi şoförü. İstiyor eğitimini en üst mertebeye kadar vardırmayı, okusun da biz kalırız onunla burada.
Kızının İstanbul’dan en çok ne özlediğini soruyorum.
‘Yeşil erik çıkmıştır şimdi.’ diyor, ‘gidince bir avuç da kızım için alın, çok sever.’
İstanbul’a varınca ilk işim, bir paket yeşil erik alıyorum.
08.05.2005