Sultan Vahdeddin tartışmalarının alevlendiği şu günlerde, Sultan Abdülhamid tartışmalarının pabucu dama atılmış gibi görünse de, kolay kolay bitmez bir konudur bu günümüz Türkiye’sinde.
Ne var ki, Abdülhamid tartışmaları hep belli eksenler etrafında döner ve onun bilhassa bir özelliği sevenlerince de sevmeyenlerince de pek bilinmez: Abdülhamid’in fotoğraf merakı. Amerikan araştırmacılar sultanın bu merakının ne denli önemli olduğunun daha çok farkında. Bilhassa yakın zamanda Abdülhamid arşivlerinin açılmasıyla beraber gerek internet üzerinden gerek yazılı basından bu konuyu takip edenlerin sayısı arttı Batı’da.
Abdülhamid’in ömrü hayatının öyle demleri var ki pek çıkmadı sarayından. Malum, fazla güvenmezdi ahaliye de münevverine de. Sultan kendisi çıkmazdı da gözünü yollardı dışarıya. Bir gözünü doğuya, bir gözünü batıya, beşinci gözünü kuzeye, beş yüzüncü gözünü güneye... Emrine amade fotoğrafçılar gönderirdi Sultan Abdülhamid memleketin dört bir yanına, bilhassa İstanbul’un, şehr-i şehirin köşe bucağına, kuytusuna saklısına. Abdülhamid’in cevval ve paralı fotoğrafçıları, saraydan aldıkları talimat üzerine, yüzlerce binlerce fotoğraf çektiler padişah görsün diye yönettiği ülkenin neye benzediğini, ne menem bir şey olduğunu. Kameranın gözü padişahın gözü oldu. O da salt görmek için değil bir de göstermek için kullandı bu gözü. Böyle böyle çekilen fotoğrafları Avrupa ülkelerinin hükümetlerine gönderirdi. Fotoğraf karelerinden tebessüm ederdi İstanbul, ayrılığı hâlâ hazmetmemiş bir eski sevgili gibi uzaktan, kırılgan, solgun... Abdülhamid’in elçileri memnun olmalılar ki sonuçtan, nice sefer sundular fotoğraflarını gümüş bir tepside Avrupa’nın devlet erkanına.
Buyrun/ bakın/ görün,
işte böyle bir şeydir memalik-i Osmaniye.
Bu kadar müreffeh, böylesine görkemli...
Buyurur/ bakar/ görürlerdi Batılı devlet adamları da. Bu fotoğraflardan izlerlerdi Osmanlı şehirlerini; fotoğraflardan, bir de kendi vatandaşlarının seyahat anılarından ya da casuslarının tanıklıklarından...
Ne ilginçtir ki, Abdülhamid’in fotoğrafçıları dört koldan dağılıp, sarayları ve hamamları, binaları ve anıtları, çeşmeleri ve meydanları resmettiler. Yapılardı aslolan, insanlar değil. Şehrin değil, şehirlilerin de resmedildiği ender durumlarda hemen hemen hep stüdyo ortamlarında gösterildi insanlar. İstanbullular olmaksızın resmedildi İstanbul Abdülhamid’in fotoğraf arşivinde.
Sahi nasıl yaşar, ne yer ne içer, neye ağlar neyle gülerdi bu asırda yaşayan ve ‘sıradan’ addedilen bireyler? Kim bilir ne çeşitli, nasıl da benzemez; ama farklılıkları içinde belki de bir o kadar tanıdıktılar? Padişahın kamera gözü bunları görmedi. Sokağın seslerini, gündelik hayatın katmanlarını, ehemmiyetsiz gibi görünen; ama aslında bir kültürü daim ve farklı kılan ayrıntıları yakalayamadı...
Abdülhamid’in kamera gözü insansız bir şehir kurdu, kurguladı. Bugünün kimi entelektüellerine bakıyorum da, çok farklı değiller aslında; pek sahiplenip, pek sevecekler İstanbul’u, yeter ki şu İstanbullular olmasa...
07.08.2005