Sonrası kaygısı” edebiyatın ve edebiyatçıların en temel kaygılarından biri. Bir romanı yazarken, tahayyül ettiğiniz bir “sonrası” belirmeye başlar zihninizde. Varmak istediğiniz bir cennet, kaçındığınız bir cehennem. Ödüller, övgüler ile örülüdür cennet; ama bundan çok daha fazlasıdır.
Hakaretamiz eleştiriler, bulaşıcı kayıtsızlıklar ile örülüdür cehennem; ama bundan çok daha fazlasıdır. Bu açıdan bakıldığında hiçbir yazarın cehennemde yanmak ya da cennette mükafatlandırılmak ile ilgili kaygılardan tamamen arınmış bir ruh haliyle oturup yazabildiğini sanmıyorum. Albert Camus’nun da dediği gibi, “bir yazar çokluk okunmak için yazar. Bunun tersini söyleyenleri alkışlayalım, ama inanmayalım onlara”.
İki ayrı kutup var içimde; nicedir bildiğim, bilmezden geldiğim. Birine zahirî kanadım diyorum. Bir nevi dişi Ebussuud Efendi. Bana sürekli gelecekten dem vuran ve şimdi’yi geleceğin hizmetine koşmaya çalışan biri. Yaza yaza yükselmek, yüksele yüksele ermek, var olmaktan ziyade sahip olmak isteyen huzursuz yanım. İlerlemeye inanmış bir misyoner, daha fazlasını edinmeye odaklanmış bir kapitalist, yazıyı yazarlık üzerinden tanımlayan bir kalem-ehli. Sonrası kaygısı sarmış benliğini. Attığım her adımda bana, “peki ya sonra? Ya daha sonra?” dedirten biri.
Bu bir yüzü yüzümün. Ötekine batınî yanım diyorum. En az dillendirdiğim damarım; romanlarımda kendiliğinden ortaya çıkabilen, çıktı mı kendi başına, bana rağmen akabilen, herkesten ve her şeyden ziyade kendiyle cebelleşen rindane, kalenderane, dervişane damarım. Yazarlığı değil yazının kendisini seven, sonrasında ne olacağını değil tam da şu anda burada ne olduğunu önemseyen, ne sahip ne de var olmaya inanan, alttan alta hiçlikten dem vurup yok olmayı salık veren ve aslında kimsenin anlamayacağını düşündüğümden mümkün mertebe kapattığım, bastırdığım, romanlarıma sakladığım iç fısıltım.
Bektaşi, yıllar sonra çocukluk arkadaşıyla karşılaşır yolda. Arkadaşı hayli yükselmiş, ünlenmiştir aradan geçen zaman zarfında. Başkalarınca takdir edilmeye can, edindiği payelere demir atanlarda görülegelen BEN şişkinliğinden o da muzdariptir farkında olmadan. Hep kendinden bahseder. Sündüre sündüre anlatır geçmişteki başarılarını ve gelecekle ilgili planlarını. “Peki ya sonra ne olacaksın?” der deminden beri ses çıkarmadan dinleyen Bektaşi. Arkadaşı gülümser: “Sonra iki tuğlu paşa olacağım.” Beriki sorusunu yineler: “Ya sonra?” Arkadaşı onu şöyle bir süzer: “Sonra üç tuğlu paşa olacağım.” Bektaşi dayanamaz gene sorar: “Sonra?” Arkadaşı bocalar; “Sonra mı.. hiiiç.” der fazla düşünmeden. “Bak gördün mü” diye atılır Bektaşi: “O kadar uğraşmaya ne gerek var, ben daha şimdiden senin dönüp dolaşıp geleceğin yerdeyim.”
Bir türlü yüksek sesle ifade etmediğim, roman dışında yazıya dökmediğim, anlaşılmayacağını düşündüğüm için açık etmediğim kıyısız, dipsiz, tesellisiz bir deniz. Pinhan’ın dediği gibi: “Sen kendini küçük zannedersin. Halbuki en büyük alem sende toplanmıştır. Ebru bunu fısıldar bize. Bir tek nokta, en ince fırçanın ucuyla suya bırakılan minnacık bir nokta olur sana umman u derya. Kâtreyiz alemde, lâkin unutma ki tek bir nokta tekmil sırlarını içinde barındırır kâinatın.”
04.09.2005