Ahmet Hamdi Tanpınar’a göre, modern Türk edebiyatı medeniyet kriziyle başladı.
Doğu-Batı, geçmiş-gelecek çatışması, bir edebi tür olarak romanı besledi, geliştirdi, yönlendirdi. O tarihten bu yana medeniyet krizimizi beraberimizde sürüklesek de, edebiyat açısından hayli yol katettiğimiz muhakkak. Peki öyleyse niçin sık sık “Türkiye’de romanın öldüğünden”, “Türkiye’de romanın zaten hiç var olmadığından”, “Türk romanının yapaylığından” söz ediyor kimi eleştirmenler. Kendi romanlarını bu kadar sistematik olarak yok sayan, toz kılan bir başka memleket var mı acaba? “Kıyamet Merakı” hakim sosyal bilimlerde ve edebi çevrelerde, illa ki bir şeylerin öldüğünü ilan edecek kimileri. Sen İsrafil değilsin ki elinde Sur’un üflüyorsun, “roman öldü, roman öldü, roman öldü”. Bakınıyorum sağıma soluma, sahi mi, ölmüş mü roman, ne zaman nasıl niye haberimiz olmadı? Türk romanının öldüğünü, ya da zaten hiç var olmadığını iddia eden eleştirmenlerin ne okuduğunu çok merak ediyorum. Herhalde önce okuyup sonra sonuç çıkarmak yerine, önce sonuç çıkarıp, sonra da malum sonuçlarını değiştirmemek için hiçbir şeyi okumamak yolunu seçiyorlar. Türkiye’de makbul bir yoldur bu. İnsanlar tek satırını okumadıkları kitaplar hakkında ahkam kesip, aslında hiç bilmedikleri yazarlar hakkında atıp tutma hakkını kendilerinde görürler rahatlıkla. Dünyanın başka yerlerinde bir yazarı bilebilmek için yazdıklarını okuma gerekliliği mantıksal bir önerme ve gereklilik olarak kabul görürken Türkiye’de durum farklıdır. Biz bilmeden yargılar, okumadan bilir, varmadan görür, cehaletimizden deste deste bilgi devşiririz. Böylelikle herkesin herkes hakkında bir fikri vardır. Puf böreği fikirler üretilir yazarlar hakkında, dışı incecik kabuk, gösterişli kabarık, içi hava bomboş.
Osmanlı son dönem bizleri “roman” türüyle tanıştırmakla beraber, aynı zamanda çokça tercümenin yapıldığı, kitabın basıldığı, entelijensiyanın ve Bab-ı Ali’nin hayli hareketli olduğu bir dönemdi. Kitapların ciddiye alındığı bir dönem. Yusuf Kamil Paşa Telemak’ın önsözünde, tercüme-i Telemak’ı yapışına dair birkaç cümle düşüp ardından şöyle diyordu: “Bu kitap dünyada okundukça Allah onun ömrünü hudutsuz ve sayısız etsin. Yazıldığı tarih ve anlattığı yerler bakımından ona ibretler bağı dense yeridir.”
Ne zaman, nasıl oldu da kitaplar için hayır duası eden, Doğu-Batı ya da “biz-siz” farkı gözetmeden nerede yazılmış olurlarsa olsunlar dolu dolu oldukları müddetçe kitapların hakkını veren, yerli yabancı ayrımı gözetmeden yazarlardan daha çok yazmalarını üretmelerini bekleyen bir söylemden, “roman öldü” tellallığına, “zaten Türk romanı nedir ki?” küçümsemelerine ya da “dışardan geldiyse yapaydır” çıkarsamalarına geçiverdik?
Kitap hâlâ kutsal benim için... kelime hâlâ mühim ve harf hâlâ muamma.
Gece nasıl karşıtı ise gündüzün, roman da benim bütünleyici karşıtım. Sabırsızım, oysa roman sabır ister. Plansızım, oysa roman plan bekler. Gündelik hayatta ne kadar acemi ve asosyal, tutuk ve mütereddit, ne denli dağınık ve kaotik ve karamsar ve durgun ve kadıncıl isem, gece çöküp de yazmaya başladığımda, adeta cin çıkarırcasına dönüşür kişiliğim, değişir ruh halim, açılır ardına kadar beynimin dehlizlerinin kilitli kapıları ve ben hiç olmadığım kadar mizah ve ironi dolu, hiç bilmediğim kadar erkek ve cevval ve cesur ve sinik ve saldırgan ve akışkan ve umarsız ve efsun altında büyülenmişçesine kapılırım yazımın akışına... yazının akışına...
18.09.2005