Türkiye’de nicedir bir internet sitesi, kolay kolay hiçbir komşusuna nasip olmayacak kadar yoğun bir ilgiye mazhar. Kırılan kolların yen içinde kaldığı ailevi yapılarda büyüyüp kendi çocuklarına da aynı düsturu belleten binlerce kadın–erkek, birbirlerinin itiraflarını okuyup, bir itiraf da kendileri yapabilmek için bu siteyi ziyaret hâlinde. Sinekten yağ, hadiseden desise çıkarmakta üstüne olmayan popüler televizyonculuğun da devreye girmesiyle birlikte hızlanıp palazlanan itiraf salgını, çoktan beridir seyirlik–eğlencelik–çekirdek çitlemelik bir gösteriye dönüşmüş durumda. Mahrem anlar, izbe anılar, kuytu suçlar, hafi sırlar... birer birer çıkarılırken hafızaların nezih ve temiz hanelerinde süpürüldükleri halı altlarından, kapanmayan bir göz, kocaman bir kulak kesilmiş gibiyiz toplumca. Özünde son derece bireysel bir ifşa olan itirafı, topluca dinlemenin keyfini sürüyoruz; çocukluğunda mahrum kaldığı bir oyuncağa gecikerek kavuşmuş yetişkinlere özgü hoyrat bir telaşla. Elimize tutuşturulan her itiraf, yeni bir oyuncak demek. Açıp içini görmek istiyoruz ivedilikle. Vidalarını, zırhlarını, kapaklarını birer birer çıkarıp, merakla bakıyoruz yağmalamadan edindiğimiz ganimetlerin içine. Ve hep hayal kırıklığına uğruyoruz her seferinde. Ne iç içe geçmiş kablolar, ne yan yana dizilmiş düğmeler, ne de karmaşık bir sistem duruyor karşımızda... sadece boşluk... boşluk sadece. Biz de bir sonraki oyuncağa yöneliyoruz hemen, neyi aradığımızı bilmeden aradığımız şeyi bari bu sefer bulabilme ümidiyle.
Belki bütün çocuklar oyuncaklarını kurcalar ve kurcaladıkları oyuncakları bozar. Ama işte temel ayırım bundan sonraki aşamada başlar. İkiye ayrılır çocuklar: Bozdukları oyuncakların yasını tutanlar ve tutmayanlar. Osmanlı son dönem aydınlarından günümüzün entelijansiyasına gelinceye kadar sık sık “babasız bir evlat” ya da “bir türlü büyüyemeyen bir yeniyetme” sûretinde tasavvur edilen Türk toplumu, yas tutmayan çocuklardan. Zira yas, her şeyden önce zaman demek. Bizimse telaşımızı mazur görmek gerek. Zamanı harcanacak bir şey olarak algılamayı öğrendiğimiz günden bu yana, harcayacak zamanımız olmadı hiç. Ne bir başkasının derdi tasasıyla, ne de kendimizinkiyle uzun uzun uğraşabiliriz. Hızlandırılmış Batılılaşmanın tornasından çıkmadır zihniyetimiz. Başkaları olmaya ne kadar acele edersek, kendimizi bulmaya o kadar geç kaldığımızı görmekten aciziz.
Süregiden itiraf salgınının olası uzantıları, Türk romancılığı açısından bir değer ifade edebilirdi belki, eğer yaşananlar farklı bir seyir izleyebilseydi. Bir an için durup, hınzır bir soru yöneltebiliriz kendimize, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Türkiye’de romanın gelişmesini ve gelişmemesini irdelerken belirttiği gibi. Eğer köklü bir “günah çıkarma geleneğimiz” olsaydı, acaba romanlarımızda fazlasıyla yüzeyden seyreden ve ekseriya birer prototipten ibaret kalan karakterler, daha derinlere nüfuz etmeyi başarabilirler miydi? Acaba her daim dışarıyı gözetleyip, başkalarını ve onların kusurlarını görmek için kullandığımız gözlerimizi kendimize çevirmeyi öğrensek, öğrenebilsek, romanlarımızdaki kişilik analizleri çok daha zengin ve derin ve bedbin olabilir miydi?
Madrid’de, okul çıkışlarında uğradığım küçük–beyaz bir dondurma büfesi vardı, büyük–siyah bir kilisenin yanıbaşında. Büfede duran orta yaşlı, ablak suratlı, bıyıklı İspanyol kadını severdim. Rengarenk dondurmaların arasında, inadına yaparcasına her daim tepeden tırnağa siyahlara bürünen bu çatık suratlı kadının nasıl olup da kendi cüssesinden çok daha ufak olan büfeye sığabildiğini merak ederdim. Konuşkandı. Beni her görüşünde illâ ki şen şakrak bir şeyler söylerdi ya havadan–sudan, ya da oğlanlardan bahis açarak. Onun da bir oğlu vardı, aşağı yukarı benim yaşımda. Ama konuştuğumuz oğlanlardan farklıydı onun oğlu. Zihinsel özürlüydü. Gün boyu annesinin gözü önünde oturur, sırtını büfeye, yüzünü güneşe çevirerek sözleri anlaşılmayan cümleler mırıldanırdı kopuk kopuk. O konuştukça annesi de karşılık verirdi yerinden. Gene de birbirlerini duyabildiklerinden emin değildim. Sanki iki ayrı rüzgâr eserdi büfenin çevresinde, ana ile oğulun sözlerini birbirlerine değmelerine fırsat bile kalmadan sırtlayıp, iki ayrı yöne kaçırarak. Sonra bir akşam, her zamanki saatte, her zamanki dondurmayı satın almak üzere kafamı uzattığımda büfeyi boş buldum. Gene öyle taburesinde oturan oğlan, koca kafasını sallayarak az öteyi işaret etti gözleriyle. Onun gösterdiği yerdeydi annesi. Kilisenin avlusuna açılan basamakların dibinde duruyordu içi boş bir çuval gibi. Paramı hazırlayıp, ona doğru bir adım attım. Aynı anda, o güne kadar anlamlı bir cümle kurmaktan aciz olduğunu sandığım oğlan ayağa fırladı. Dudaklarının kenarında birikmiş salyalar, çenesine doğru aktı. “Gitme oraya! Gitme oraya!” dedi dikenli bir sesle. “Günah çıkardı, gelmez şimdi, yasını tutuyor.” O an oğlanın, annesinin çıkardığı günahın kendisiyle ilgili olduğunu bildiğini hissettim. Bildiğini ve kendi hikâyesinin miladını oluşturan bir acıya sessizce iştirak ettiğini.
Günahını dillendirip söze döktüğü an onu ebediyen kaybettiğini bilen ve yaşadığı kaybın boşluğuna tek başına çekilerek yas tutan orta yaşlı, ablak suratlı, bıyıklı İspanyol kadın... İnternette itiraf sitelerinde pürtelaş koşturan hâllerimize baktıkça o kadını hatırlıyorum. Hiç eksilmeden hep çoğalmak, elimizdekini asla yitirmeden dilediğimiz gibi başkalaşmak, aslında hiç başkalaşmadan yaşamak ve yaşamadan yazmak peşinde olduğumuz için, ne romancılığımızda ne de gündelik hayatımızda, dudaklarımızın kenarından ince ince sızan salyalarla yüzleşebildiğimize inanıyorum.
19.05.2002