Beş yaşındayken sormuşum: “Şafakçım babalar ne işe yarar?” Şafak Hanım her zamanki duyarlılığıyla pozitif bir şeyler söyleyerek soruyu ötelemeye, kapatmaya çalışmışsa da ben zinhar tatmin olmamışım: “Ne yaparlar yani? Neler yaparlar anlatsana?”
Zaman içinde “babalar ne işe yarar?” sorusunu sormaz olmuşum elbette; sorunun cevabını bulduğumdan değil, böyle sormanın yakışık almadığını fark ettiğimden. Sonra büyüdükçe, bu malum soru da, bir türlü bilemediğim cevabı da tortu tortu kabuk tuttu, kurudu içimde.
Ama işte çocukluğumun hiçbir noktasında ne kendi kendime ne de bir başkasına tutup da, “anneler ne işe yarar? Neler yaparlar?” diye sormak aklımın ucundan geçti. Kimseye, sahi, “tek başına çocuk büyüten anneler ne iş yaparlar? Dul anneler ne işe yarar?” diye sormadım; çünkü cevabını biliyor ve görüyordum fazlasıyla. Bilhassa, kimseden hiçbir maddi destek almadan, alamadan; maneviyatta ise destekten ziyade köstek görerek, didiklenerek; iş bulabilmek için yeniden üniversiteye dönüp eğitimini tamamlayan, yani çocuklu bir dul öğrenci haline gelen annelerin ne iş yaptıklarını, velhasıl çalışmadan durmadıklarını biliyor ve görüyordum.
Anneme bir müddet “abla” demişim; “abla gel, gel” pencerenin demirlerinden seslenerek, sabahları erkenden evden çıktığında. Anneme “abla” demişim bir müddet, kafamı karıştırdığı için. Etrafımdaki hiçbir anne onun gibi değildi. Öteki anneler sabahları kalkıp gecelikleriyle salınan, bigudili kafalarıyla sucuk kızartıp çocuklarına süt içiren, sonra birbirlerine gezmeye giden, birbirlerinden yemek tarifleri alan, birbirlerinin fallarına bakan, çekiştiren ve çekiştirilen, televizyon dizilerini yakından takip eden, akşama doğru kocaların eve dönüş saati yaklaşınca evlerine dönüp yemeği ısıtan annelerdi. Anneler böyle olurdu çocukluğumun Ankara’sında. Benimki hariç. O olsa “abla” olabilirdi şartlarımızın bizi zorladığı bir cevvallikle oradan oraya koşturduğuna göre: Sabahın kör saatinde fırla, daha ben henüz uyurken yatakta, erken çıkması lazım ne de olsa üç araç değiştirmek zorunda, önce iki otobüse sonra bir dolmuşa binecek, üniversiteyi bitirir bitirmez başladığı öğretmenlik mesleğini icra edeceği o ücra liselere varabilmek için. Dönem 1970’ler, tüm okullar ideolojik bir fay hattında. Sağ-sol çatışması doludizgin devam ediyor. Gündelik hayat kutuplaşıyor olanca hızıyla. Hem öğrenciler hem öğretmenler bölünmüşler iki kutup etrafında. Şafak Hanım’ın siyaseti, siyasi görüşü yok mu, var elbette. Ama bir de evde kendisini bekleyen, bakımından tek başına mesul olduğu dört yaşında bir çocuk var. “Dersleri boykot edelim” diyor kimi öğrenciler, “ders yapmayalım” diyor kimi öğretmenler. Şafak Hanım ders yapmak zorunda, maaşını almak zorunda. 1970’ler ideolojik bölünmelerinin tanımadığı bir boyut var: Kadınların gündelik yaşam siyasetleri. Kallavi kimliklerin ötesinde ve üzerinde bir gerçek var: tek başına bir anne, üst sınıfın rahatlığına sığınamayan ya da korunaklı bir aile mirası bulamayan.
Dolayısıyla akşamları dönerdi böyle tekrar üç vesait değiştirerek, gelirdi yorgun, üzerinde günün yükü. Karanlık çökünce şehre, şehir taciz, kar. “İlla ki evlen, başında biri olsun” diyenlere inat, şehrin tacizlerine inat. Devamlı koşturan ve yemek pişirmeyi bilmeyen bu kadın. Akşamları burnumu boynuna yasladığımda, başka anneler gibi kabartma tozu ve üç yumurta akı değil, telaş ve Ankara ayazı ve egzoz ve irade kokan bu kadın. Daha sonra hariciyeci olarak Dışişleri Bakanlığı’na giren, bu sefer de oradaki üstü cilalı, altı alabildiğine ataerkil yapılarla mücadele etmek durumunda kalan; ama son tahlilde beni de kendisini de, Ankara’nın kuşatıcı evreninden çekip çıkartan, beraber ülke ülke dolaştığım, bir türlü hiçbir yere tamamen ait olamayarak, “gurbet, göçebe ve gam” kelimelerinin manasına beraber erdiğim, ama bir o kadar bana insanlara, dünyaya ve zatıma hoşça bakmayı öğreten kadın.
* Eski bir yazısından uyarlanmıştır.
09.10.2005