Brüksel merkezli bir Avrupa think-tanki toplantısı için Belçika’dayım. Yakın zamanda Fransa’da yaşananların ışığında burada şu anda en çok tartışılan konulardan biri Fransa’da kopan kaosun ve isyanların arkasında yatan dinamikler. Açıkça bu şekilde dile getirilmese de alttan alta merak edilen soru, benzeri olayların başka yerlerde de yaşanıp yaşanmayacağı ve Avrupa’nın siyasi/kültürel hudutlarının yeniden nasıl şekillenmesi gerektiği. Bir başka ifadeyle, en çok üzerinde durulan eksenlerden biri “Avrupa ve İslam” başlığı. “İkisi yan yana olur mu?” sorusu şimdilerde yerini “İkisi iç içe nasıl olur?”a bırakmış durumda.
Avrupalı entelijensiya, ABD’deki muhafazakâr kesimin Ortadoğu dış politikasından da, “Avrupa karşıtlığı”ndan da son derece rahatsız. Onlar da biliyor ki, Avrupa’yı, “bohem, tembel, fazla idealist, fazla solcu, fazla nüans düşkünü, kısacası uluslararası gerçekleri görmemekle” itham eden bir muhafazakâr söylem var ABD’de. Bu söylem insan haklarını, azınlık haklarını ve sivil toplum hareketlerini “pazarlık unsurları” olarak gördüğünden, “Realpolitik” ile değiştirebilir her an. Avrupalı siyasetçiler ve entelektüeller, ABD’de yayılan bu “Avrupa küçümseyici”liğinden endişe duydukları kadar, tüm dünyaya sirayet eden “İslam-fobisi”nden de endişe duymalı.
Tam da bu kavşakta Türkiye’nin oynayabileceği son derece önemli bir rol var, hem kendisi hem komşuları, hem dünya açısından. İslam fobinin giderek arttığı, öteki korkusunun kutuplaşmayı perçinlediği bir uluslararası yapılanmada Türkiye ve AB süreci bu haritayı değiştirebilir, akıllardaki hayali hudutları bozabilir. Türkiye, giderek kutuplaşan bir dünyada çoğulluğun, çokkültürlülüğün ve “İslam ile Batı demokrasisinin pekala yan yana, iç içe yaşayabileceğinin” göstergesi olabilir. Bu uğurda geçmesi gereken AB yolu, aynı zamanda kendisi için yapması gereken reformlarla örülü olduğundan siyasetçiler ve/veya gazeteciler artık tribünlere oynamaktan vazgeçip, “Avrupa’yı kendi içişlerimize karıştırmayız.” ahkamından kurtulmak durumundadırlar. Ulus-devletlerin kendi içlerine kapanıp, milliyetçi ideolojinin yağı ile kavrulduklari yüzyıl geride kaldı.
Think-tank toplantısında uluslararası ilişkiler uzmanı ve Avrupa’nın en kozmopolit seslerinden biri olan İngiliz analist-düşünür Mark Leonard 21. yüzyılın Avrupa’nın geleceği olacağını ve bu çerçevede Türkiye’nin de muhakkak resme dahil edilmesi gerektiğini dile getirdi. Leonard, Avrupa projesini bir anlamda “geçmişin hatalarından kaçınabilmek için bugün beraber çalışabilmek” olarak görüyor. Avrupa Birliği bir anlamda bir HAFIZA PROJESİ. Bu proje önümüzdeki yüzyılda başarılı olabilmek için kozmopolit köklerini öne çıkarmak durumunda. Kısacası Avrupa’nın Türkiye’yi içinde görmesi, Türkiye’nin de zaten kendisi icin yapması gereken reformları yapmaktan gocunmaması gerektiği inancında Leonard. Hamasi söylemlerin ortadan kalktığı, muktedir iktidarının törpülendiği, farklılıklarını bir sorun değil bir zenginlik olarak gören ve saldırgan dış ve iç politikalar üzerinde yükselen ulus-devletlere siyasi, felsefi, ekonomik ve kültürel bakımlardan başlı başına alternatif teşkil eden bir Avrupa çiziyor kitaplarında, konuşmalarında.
Kozmopolit kelimesi siyasi jargonumuza hızla geri dönüyor. Avrupa üzerinden değil sadece, kendi geçmişimiz üzerinden de. Çok uluslu, çok başlı bir imparatorluktan homojen olduğunu iddia eden bir ulus-devlete geçiş sürecinde, Ömer Seyfettin başta olmak üzere geçiş dönemi aydınlarının en çok kafa yordukları meselelerden biri “kozmopolitlik ile ulusçuluk arasındaki karşıtlık” idi. Seyfettin ve diğerlei kozmopolitliği bir tehdit olarak gördüler. Seçmediler. “O zamanın şartları öyleydi” açıklamasını tamamen bir kenara kaldırıyorum. Kozmopolit damarını yitirmiş olmak Türkiye’nin en büyük kayıplarından biridir.
Bugün biz bu yolun tam tersini seçmek durumundayız. Türk aydını kozmopolit kelimesi ile barışmalı, bu kelimenin 21. yüzyıl siyasetinde aldığı alacağı önemi erkenden görebilmeli, Mark Leonard gibi Avrupalı aydınların tahayyül ettiği Avrupa aynı zamanda bizim de tahayyülümüz.
27.11.2005