Bu sene bayramın bir kısmını Adana’da geçirince, iki temel varsayımımı teyid etme fırsatı buldum yerinde: Bir, Türk insanı et yemeyi sever. İki, et yemeyen biri olarak ‘anormallik’ bendedir ve bunu açıklamam kolay değildir. Sık sık bir masada kendimi şöyle bir diyalog içinde buluveririm.
‘Ben almıyım, et yemiyorum da.’
‘Aa, olur mu öyle? Niye?’
En zor soru budur. Geçerli bir açıklama bulmam gerekir. Ama eti bu kadar seven bir milleti ikna edebilecek bir et yememe gerekçesi bulamazsınız. Sonuçta mahcup kendimi savunurum; ‘herhangi bir siyasi ya da ekonomik ya da felsefi ya da ideolojik sebebi yok. Bir sabah kalktım ve ben artık et yemeyeceğim dedim, o gün bugündür sözüme sadığım..’
‘Hoppala. Ne zamandan beri?’
‘Yaklaşık on iki seneden beri...’
‘Olsun olsun geçer; sen azcık koy tabağına, yedikçe açılırsın...’
Bana zorla kebap sevdirmeye çalışanlara hiç içerlemiyor kızmıyorum; çocukluğumdan beri etten günahım kadar haz etmediğimi gayet iyi bilen öz annem bile bunun grip ya da nezle gibi geçici bir durum olduğuna, azıcık tadına bakarsam alışıp açılıp yemeye başlayacağıma inandığına göre.
Dolayısıyla et yemeyen biri olarak kenardan tarafsız gözlerle izliyorum her Kurban Bayramı’nda nükseden polemiği. Her sene Türkiye’de halkın ezici çoğunluğu illa ki farzmışçasına kurban keser, medyaya çeşitli görüntüler yansır, kültürel elit bundan rahatsız olur, siyasi elit de her iki tarafa birden yaranabilmek için kesim şartlarının muhakkak düzeltileceğini vaat eder. Bazı şeyler düzeltilir, pek çok şey aynı kalır. Sonra hay huy geçer, unutulur, ta ki yeni bir bayrama kadar...
Mesele kurban geleneği değil, kurbana bakışımızdaki değişimdir. Hoyratlaştık, inceliklerimizi yitirdik ve küstahlaştık kapitalist tüketim toplumuna ayak uydurmaya kalkınca. Merhum Fuat Köprülü anlatır. Vaktiyle Cemaat-ı Tahtacıyan bir ağacı kesmeden evvel etrafına halka örüp, sessizce dua edip, rızasını alırmış. Ağacı dilediği gibi kesip de kullanacağı bir ‘hakir nesne’ olarak görmediklerinden; ağacın da insanın da aynı özden geldiğine inandıklarından. O günden bugüne değişen kurban etme geleneğimiz değil, kestiğimiz kurbanlara karşı tutumumuz oldu. Bakıyorum Türkiye’nin çeşitli yerlerinde çekilmiş fotoğraflara, bakıyorum etrafımdaki insanlara. Nicesinin kendisini kestiği kurbanlıktan daha üstün gördüğü aşikâr. Zannediyor ki kendisi ‘efendi’, kurbanlık da zavallı bir mahlukat. ‘Allah onları biz keselim diye gönderdi...’ O kadar hürmetsiz ki hayvana, basmış ayağıyla can cekişen bir ineğin kafasına. Güç gösterisi yapıyor aklınca.
Et yemeyen biri olarak Kurban Bayramı’nın ritüellerini, bilhassa kadınların kuşaklardır sürdürdüğü pratikleri, hatta azıcık bir çimen parçası bulsak hemen oturup mangal yakan göçebe-etçil yanımızı seviyorum. Sevmediğim, modernleştikçe edindiğimiz küstahlığımız. Kendimizi hayatın merkezi, yaşamın küçük efendisi addederek hayvanlara reva gördüğümüz muamele. Her Kurban Bayramı, Neyzen Tevfik’i hatırlayıp göğsüne HİÇ yazılı yaftalarla dışarı çıkmalı kurban kesenler. Belki o zaman az biraz tevazu ve usul yordam hatırlar; ibadet ile hakareti birbirine karıştırmazlar.
15.01.2006