Türkiye’de zaman zaman tutup dış mihrakların nasıl da kötülüğümüzü istediklerinden ve memleketimiz üzerinde dönen büyük, habis, emperyalist oyunlardan dem vururuz.
Konuştukça açılır, heyecanlanır, kendi sesimizin akışına kapılır, gaza geliriz. Doğrusu pek severiz komplo teorilerini. Ne cirit, ne güreştir atadan kalma milli sporumuz. Ne tavlada ne iskambille böylesine şevkle vakit geçiririz günbegün. En milli sporumuz, en temel uğraşımız her konuda ince ince komplo teorileri üretmektir. Memleketimizin üç tarafının sularla, dört tarafının düşmanlarla çevrili olduğuna inandık nesillerdir.
Kolay yoldan yükselmek ve popülarite sağlamak isteyen her siyasetçi bol bol bu temayı kullanır. Tez elden yandaş ve hayran kazanmak isteyen her köşe yazarı sündüre sündüre bu konuyu işler. Tribünlere oynamak isteyen her ünlü şahsiyet suiistimal eder “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” söylemini.
Oysa hiçbir dış mihrak kendi kendimize verdiğimiz kadar zarar veremez bize. Hiçbir yabancı kuvvet kendi insanımızı hırpaladığımız kadar yıpratamaz bireylerimizi, köreltemez bireysel gelişimi. Kötülüğümüzü de istese hiçbir dış odak bizdeki hased-efendicilik(1) kadar sistematik olarak boğamaz yaratıcı insanlarımızı. Türkiye’de bireyselleşmenin, yaratıcılığın ve üretkenliğin önündeki en temel engel gene bizzat kendi ellerimizle var ettiğimiz hased geleneğidir. Birinin filmi başarılı mı oldu derhal bir sert tepki sinema camiasından, aşağılayan aşağılayana. Birinin defilesine ilgi mi gösterildi yurtdışında, derhal bir suçlama sektördeki diğer isimlerden. Ve edebiyat.. ah edebiyat! O bilhassa nasibini almıştır refleks halindeki saldırı ve suçlama ortamından. Ne zaman birinin bir kitabı ilgi çekse, satış yapsa, yenilik yaratsa, kamusal alanda tartışılsa ve çok satsa bir hırçın tepki yükselir camiadan. Sanırsın ki Hobbes’un betimlediği “insanın insanın kurdu olduğu” o devlet öncesi doğal durumda yaşıyoruz. Sanırsın ki birinin kazancı berikinin kaybı demek otomatik olarak.
Kitapların başarısından böylesine otomatik olarak rahatsız olup onu yazan kişiye tepki gösterenler, ne hikmettir ki, söz konusu kitap hariç her şeyi konuşur, didiklerler. Yazar odaklı bir edebiyat ortamımız var, yazı odaklı değil. Kitabı okuyup da tepki gösterse gene anlayacağım. Oysa Türkiye’de kitapları okumadan yazarlar hakkında yargıya varır insanlar. “Yahu peki filancaya bu kadar kızgınsın, tepkilisin, herhangi bir şeyini okudun mu?” diye sorarsın. “Yooo, okumadım” der rahat rahat “ama gene de sevmiyorum ben o edebiyatçıyı, bence çok kötü bir yazar!” Demek uzaktan, bir bakışta, kapağından kalıbından tahmin edilebilir kitapların içerikleri. Demek bu kadar içselleştirilmiş irrasyonalite.
Hased kültürü aydınlar arasında da işler. Birbirlerinin eserlerini okumaz, takip etmez düşünsel üretim ehli. Akademisyenler hem birbirlerinin çalışmalarına hem köşe yazarlarına burun kıvırır, köşe yazarları yerli roman okumamakla övünür, yaşça daha büyük yazarlar daha gençlere tepeden bakar, kadın edebiyatçılar birbirlerine taş atar, eleştirmenler kişisel hınçlanmaları “edebiyat eleştirisi” zanneder ve daha da beteri, yazarlar da okurlar gibi ideolojik adacıklara bölünüp, kamplaşır kutuplaşırlar. Oysa nasıl da kolaydır kolaycılıktır bir yazar için daima kendi müridleriyle vakit geçirmek, onaylanacağını bildiğin çevrelerden dışarıya adım atmamak. Zor olan, aslolan, aşmaktır kendi kozanın kalıplarını, o zihinsel ve kültürel hudutları. Ancak o zaman akışkan olabilir sanat ve kültür. Bizde böyle senelenmiş, sirkeleşmiş bir hased geleneği varken dış düşmana ne hacet. Kendi yaratıcı insanlarımızı gene kendi ellerimizle susturur, kenarlara köşelere sıkıştırır, kanatır, incitir, acıtırız nasıl olsa.
(1) Edebiyat ve kültüre dair denemelerini büyük bir merak ve hayranlıkla takip ettiğim Nurdan Gürbilek’in Kör Ayna, Kayıp Şark, Ev Ödevi ve Vitrinde Yaşamak kitaplarından bilhassa yararlandım bu yazıyı yazarken.
12.03.2006