Gizlice cep telefonuyla çekilmiş bir okul sahnesi dolaşıyor Avrupa’da bugünlerde. Hollanda’da bir lisede, sınıfın bıçkın ve asi gençlerinden biri aniden sinirlenerek öğretmeninin üzerine yürüyor.
Önce hakaretler ediyor kendisinden yaşça büyük adama. Sonra sandalyeleri devirip kitapları fırlatıyor oraya buraya. Diğer öğrenciler de susmuş, olayı seyrediyorlar endişeli gözlerle. Derken aynı öğrenci hıncını alamamış olacak ki, kendisine direnmeden bekleyen yaşlı öğretmenini ceketinden tuttuğu gibi yaka paça sınıftan dışarı atıyor. İzlerken insanı son derece rahatsız eden bu saygısızlığın, klasik “uyumsuz öğrenci” profilinden öteye uzanan bir yanı var. Olay bir “mikro medeniyetler çatışması” olarak yorumlanıyor kimileri tarafından. Zira görüntülerdeki sorunlu genç Fas asıllı bir aileden geliyor, yani Hollanda’daki binlerce Müslüman genci temsil ediyor. Karşısındaki öğretmen ise iyi eğitimli, nazik, belli ki ömrü hayatında şiddete başvurmamış aydınlanmacı bir beyaz Hollandalı hoca. Bu yüzden bu sahneyi medeniyetler arası uyumsuzluk olarak algılamakta niceleri. Aynı doğrultuda yapılan bir araştırma Müslüman kökenli öğrencilerin evlerinde son derece uyumlu ve itaatkar; ama okullarda tam tersine uyumsuz ve hırçın olduklarını iddia etmekte. Bu tezi anlatan bir kitap Hollanda’da kitap satış listelerini zorlamakta.
“Doğu-Batı ekseninde İslam ve çocukluk” başlıklı bir konferans için Lahey’deydim bu hafta. Hollanda toplumu, “İslam ve Batı demokrasisinin nasıl yan yana iç içe yaşayabileceği” sorusunu derinlemesine tartışmakta son zamanlarda. Üst üste yaşanan şiddet olaylarından sonra bu ülkedeki aydınlar samimi; ama tedirgin bir düşünsel arayışa girmişlerdi. Önce Pim Fortuyn’in, ardından Theo Van Gogh’un öldürülmesi... Okullarda şiddetin giderek görünür bir hal alması... Hem Müslümanları aralarında istemeyen ırkçı beyaz Avrupalı söylemlerin hem de ona tepki mahiyetinde yeşeren göçmen şovenizminin keskinleşmesi... Müslüman topluluklar ile toplumun geri kalanı arasındaki mesafenin açılması... Hollanda toplumu şimdi kıyasıya tartışmakta bu konuları. Kültürel ve kurumsal olarak laikleşmeyi içine sindirmiş bir toplum şimdi “din” ve “dindarlık” meselelerine nasıl yaklaşmak gerektiği sorusunu yeniden taşıyor gündemine. Bu anlamda Hollanda’da yaşanan tartışmalar ile Amerika’da yaşanan tartışmalar birbirinden son derece farklı. İki ayrı gelenek var ortada. Hollanda’nın üzerinde yükseldiği Avrupa-aydınlanmacı-laik gelenek uzun bir tarihsel aradan sonra “din felsefesi”ni yeniden büyüteç altına almakta. Böyle bir dönemeçte Türkiye’nin Hollanda ile diyaloğunu artırması iki taraf açısından da önemli ve öğretici olacak.
Katıldığım konferansın en çarpıcı özelliklerinden biri seyircilerini de dünyanın çeşitli ülkelerinden seçilerek gelen Uluslararası Sosyal Bilimler Enstitüsü master ve doktora öğrencilerinin oluşturmasıydı. Yani Hindistan’dan El Salvador’a kadar uzanan bir yelpazeden seçilmiş siyaset bilimi öğrencileri dinledi ve sorguladı bizleri. Ne yazık ki karşılıklı önyargılar su yüzüne çıktı çok geçmeden. Danimarka gibi gelişmiş ülkelerden gelen kimi öğrenciler “İslam” kelimesini yekpare, sabit bir kalıpmış gibi kullanırken, Pakistan gibi ülkelerden gelen kimi öğrenciler de çocuklarının Avrupa’da büyümesini asla arzu etmeyeceklerini, zira burada kalsalar yozlaşacaklarını iddia etti.
Tüm çocukluğu farklı ülkelerde geçen biri olarak itiraz etmeden duramadım. İslam’dan korkan Batılı da, Avrupa’yı “yoz” sayan Doğulu da aynı düşünsel sığlık içinde. Şu hayatta ne öğreneceksek bize benzemeyenden, Yabancı’dan, Öteki’nden öğreneceğiz. Tıpatıp bizim gibi yaşayıp düşünenlerden işitecek bir şeyimiz yok, kendi sesimizin yankısından başka. Kozmopolit kültüre her zamankinden de fazla ihtiyaç var Doğu’da ve Batı’da.
30.04.2006