Başkalarının fikirlerini önemser misiniz? “Eh, pek de değil” dediğinizi duyar gibiyim. Ve sıraladığınız diğer cevapları: “O başkasının kim olduğuna bağlı...” “Konuya bağlı...” ‘Fikre bağlı...” ya da “Ruh halime bağlı...”
O zaman şöyle sormalı: “Yaptığınız bir iş, ürettiğiniz bir eser, sunduğunuz bir konuşma hakkında fikir-eleştiri-yorum almak sizin için kıymetli midir, bir önem arz eder mi?” Şimdi cevaplar daha da karıştı, çeşitlendi sanki. Bazıları “ben konuşmamı yapar, anlatacaklarımı anlatır, kürsüden inerim” diyebilir. “Dersim bitince öğrencilerime veda eder, sınıftan çıkarım” diyen hocaların “ders bitince, öğrencilerime muhakkak danışır, onların anlattıklarımdan keyif alıp almadığını bilmek isterim” diyen hocalardan daha fazla olduğunu tahmin etmek zor değil. Türkiye’de yazan-çizen-düşünmeyi meslek edinen ve kamusal alanda düşüncelerini paylaşan insan sayısı hiç de az değil. Ama bu insanlara başkalarının fikirlerini önemseyip önemsemediklerini sorsanız ne cevap alırsınız acaba? Yazarlar için okurlarının görüşleri, akademisyenler için öğrencilerinin veya asistanlarının ya da meslektaşlarının yorumları, köşe yazarları için okur mektupları, yönetmenler için izleyicilerin ve diğer yönetmenlerin beklentileri... Ne kadar, nereye kadar önemli? Birbirimize ne kadar eleştirel fikir veriyoruz ürettiğimiz eserler hakkında? Tanıdığım birçok kalemşor başkalarının fikirlerini önemsememekle övünür. “Zerre kadar aldırmam yazılarım hakkında ne düşünüldüğüne...” Oysa Camus’nun dediği gibi, “başkalarının fikirlerini önemsemediklerini söyleyen yazarları alkışlayalım; ama sakın inanmayalım onlara”.
İki ayrı sahne düşünün. Ya da aynı sahneyi iki yarı yerde düşünün. Genç bir akademisyen, misal bu ya, Amerika’da bir üniversitede konuşma veriyor. Konuşması bitince, soru-cevap kısmına geçiliyor. Meslektaşları olumlu ve olumsuz fikirlerini harmanlayarak sunuyorlar. Diyelim ki bir noktayı eleştirecekler, onu vurgularken beğendikleri bir başka nokta varsa bunu da iletmeyi ihmal etmiyorlar. Neticede, en ağır eleştiriler bile simsiyah olmuyor, en sarsıcı çıkışlar bile belli bir özen çerçevesinde kalıyor. Bu bölüm de sona erdiğinde, salondakiler dağılmadan evvel kürsüye uğrayıp akademisyene konuşması hakkında ne hissettiklerini, nerelerden etkilendiklerini söylüyorlar tek tek. “Konuşmanızın en çok şu noktasında takıldım.. yaptığınız filan saptama beni çok etkiledi.. teşekkür ederiz bu güzel sunum için, müthişti..” demeye gelen, yani “feedback” veren insanlar.
Şimdi aynı sahneyi Türkiye’de düşünün. Genç bir akademisyen, misal bu ya, Türkiye’de bir üniversitede konuşma veriyor. Konuşması bitince, soru-cevap kısmına geçiliyor. Ancak bu kısımda eleştiri bombardımanına hedef oluyor. Zira bizde eleştiri “bodoslama saldırı” demektir, bilhassa kendini muktedir hissedenlerin elinde. Bu bölüm de sona erdiğinde, salondakiler dağılıyor. Kimse kürsüye uğrayıp akademisyene konuşması hakkında ne hissettiğini söyleme gereği duymuyor. Akademisyen az sonra hafifçe hırpalanmış olarak ayrılıyor tek başına. Kaç defa tanık olmuşumdur buna benzer sahnelere. Birbirimizin sunumları, eserleri, kitapları hakkında fikir vermekten niçin kaçınırız ısrarla? Amerika bireyci toplum; ama orada üreten-düşünen bir insan kendini yalnız hissetmez, kolektif düşünsel üretim mümkün. Türkiye böylesine kolektivist bir toplum; ancak ne hikmetse burada üreten-düşünen insanlar kendilerini sap gibi yapayalnız hissederek yola devam etmekte, kolektif düşünsel üretim ne kadar güç bu topraklarda.
18.06.2006