Sinemaya meraklı okurlar, İstanbul Film Festivali’nde gösterilen İnançlı isimli filmi seyretmişlerdir muhtemelen. İnanç ve inançsızlık, cemaatçilik ve bireysellik, genele uyum ile genelden sapma, din üzerine kurulu kimlik ile kimliksizlikten kaynaklanan din arayışı gibi çarpıcı karşıtlıklar arasında gidip gelen bu filme ilham veren temalar, şüphesiz bizim de hem zihniyet tarihimizin dönemeçlerini, hem bugünkü gündelik hayatımızın kodlarını yakından ilgilendiren temalar. İnsanların dinî görüşleri, hayattan ve ölümden ne anladıklarını biçimlendirdiği gibi, hayatı ve ölümü nasıl gördükleri de dini nasıl algıladıklarını belirler. Bu haliyle dine ve dinsizliğe ilişkin sorgulamalar, felsefi ve sanatsal açılımlara uzanan kapılar olur, olabilir. Buna rağmen, Türkiye’de sanatın benzer sorgulamalara girişmekte, giriştiği takdirde de benzer bir derinlik yakalamakta güçlük çektiği de ortada. Sanatın diğer dallarını şimdilik dışarıda tutarak, bilhassa Türk edebiyatında kimlik ve kişilik sorgulamalarının niçin genellikle aynı koylarda yüzmeyi tercih ederek, bir türlü büyük denizlere açılmadığını, açılamadığını soruyorum kendime. Bu sığlığın önemli bir sebebinin “kötülük anlayışımız”, daha doğrusu “kötülüğü anlayamayışımız” olduğuna inanıyorum.
Platon’un filozof–krallar tarafından yönetilen ideal Devlet’inde ne kötülüğe yer vardır, ne de kötülere. Burada aslolan, her bir bireyin olması gereken yerde bulunması ve yapması gereken işi yapmasıdır. Eşdeyişle, aslolan, kişinin kendisine uygun düşen sahanın hudutları dışına çıkmamasıdır. Örneğin, “yönetici” olma vasıflarını haiz bir kimse “yönetilen” ise, ya da tam tersine, “yönetilen”lerden biri olması gereken kimse “yönetici” konumuna getirilmişse, burada ne adaletten söz etmek mümkün olacaktır, ne de iyi bir düzenin varlığından. Öte yandan, Platon’un böylesine ısrarla vurguladığı bu hudutlar sadece belli bir toplumsal işbölümünün süreklilik kazanmasında değil, farklı kimlikler arasındaki mesafenin korunması için de elzemdir. Bilhassa, üst ve ast arasındaki hudut çizgileri titizlikle muhafaza edilmelidir. Tam da bu sebepten ötürü Platon, sanatın çeşitli dallarına, bilhassa dramaya küçümseyerek bakar. Bu tür sanatsal oluşumlar, kimlikleri birbirine karıştırma tehlikesi taşıdıklarından, iyilerin kötülüğe meyletmesine bile sebep olabilirler. Sanatın tehlikesi, içinde kötülüğe de yer vermesinden kaynaklanmaktadır.
Örneğin, tiyatro oyunlarında oyuncular, rolleri gereği kendilerinden daha “hakir” olanı taklit etmek durumunda kalırlar. Sahnede, sahne gereği, hür bir insan bir kölenin, bir erkek bir kadının, yetişkin biri bir çocuğun, akıllı biri de bir delinin kılığına girebilir. Keza, iyi biri kötü birini oynayabilir. Oysa Platon’a göre, maksat “oyun” da olsa, kimlikler arasındaki hiyerarşik hudutlar asla çiğnenmemeli, kişi kendi sahasından çıkmamalı ve “öteki”nin kılığına bürünmemelidir. Sebebi ne olursa olsun, “iyi”, “kötü”yü asla taklit etmemeli; üst, ast’ın kılığına bürünmemelidir. Platon ideal devleti için temel ilkeleri ve kurumları saptarken, bu “tehlikeli” haliyle sanatı nereye yerleştirebileceği, sanatçıyı nasıl dizginleyebileceği üzerine uzun uzun düşünür. En nihayetinde, çareyi dramayı toptan yasaklamakta ve drama oyuncularını örnek toplumsal sisteminden sürmekte bulur. Ütopyasında, kötünün ve kötülüğün değil kendisine, taklidine dahi yer yoktur.
Öngördüğümüz toplumsal sistemler içinde kötülüğün yeri ne olacak? Ürettiğimiz edebi eserler içinde kötülüğün payına ne düşecek? Platon’un ideal devletinin kaldıramadığı bu temel sorular, Türkiye’deki edebiyatın gelişimini de baltalayan konular olagelmiştir. Bizde kötüler ve kötülükleri, “dışarıda” aramak ve “yabancı”da bulmak adettendir. Bilhassa belli bir ideolojiyi savunmak amacıyla yazılan romanlarda, bu eğilim daha da belirginleşir. Bir dönemin sosyalist romanlarında, yakın dönemlerde de İslamcı diye bilinen kalemlerden çıkma eserlerde canlandırılan tiplemelerin genellikle böylesine “cansız” ve “fazlasıyla yekpare” kişilikler olmasının temel sebebi, kötülüğü ideal sisteminden kovmaya çalışan filozofun tavrının burada da mevcut olmasıdır.
Tanpınar Rus romanı ile Türk romanının gelişimini kıyaslarken benzer bir noktaya işaret etmişti vaktiyle. Eğer bizde de aleni günah çıkarma geleneği olsaydı, acaba Türk romanlarında yaratılan tiplemeler daha derin çelişkileri yansıtmayı başarabilir miydi? Acaba kötülüğü sürekli dışımızda, kötüleri yabancılarda bulmasaydık, kendi içimizdeki çelişkiler, zaaflar, çiğlikler ve yalpalamalarla tanışabilseydik ve hatta bunları benimseyebilseydik, sanatsal açılımlarımız da çok daha ötelere uzanabilir miydi?
Kendini savunmanın en dolaysız yolu, başkalarını ötelemekten, ötelediğini de kötülemekten geçer. Türkiye’de “İslamcı” diye adlandırılan edebiyatçıların bugün yaşadığı en büyük sorun, kendilerini savunmaktan, kendilerini sorgulamaya bir türlü geçiş yapamamalarıdır. Bu yüzden İslamcı edebiyatçıların genellikle işledikleri konular üç aşağı beş yukarı benzer, “öteki”leri ötelenmiş, karakterleri de fazlasıyla çelişkisizdir. Oysa din–dinsizlik, inanç–inançsızlık gibi dallı–budaklı–ve–bol–dikenli soruları sormak, sorabilmek temel felsefi ve sanatsal açılımlar sağlayabilirdi onlara. Sağlayamadı. Kendisini “inançlı” olarak tanımlayan bir kadın okurum, İslamcı romancıların edebi niteliklerinin zayıf kaldığını gözlemlediğini ve benim bu konuda ne düşündüğümü sormuş e–maille. Bu yazıyı yazarken, onun sorusu vardı zihnimde. Kanımca, bulunduğu yerden fazlasıyla emin olan insanlardansa başkalarını sorguladığı kadar kendini de sorgulayan, tövbekârlık ve günahkârlık arasında sarkaç gibi gidip gelen ve yarattığı sistemde kötülüğe de, kötülere de yer vermeyi bilen, Platon’la arası limonî ruhlar, felsefi ve sanatsal açılımları daha derinden yakalayabilirler.
21.07.2002