Türkiye siyasi tarihinde, “dil ve kültür oluşturma” projesi, bir ulus oluşturma projesinin en önemli parçasını teşkil ettiğinden, bizde dil tartışmaları eninde sonunda muhakkak politik ve ideolojiktir. Tartıştığımız nokta, argo kelimelerin akıbeti dahi olsa, kaçınılmaz olarak politikleşir konu. Bu açıdan Anglo-Sakson geleneğine değil, Fransız-Kıta Avrupası geleneğine yakındır Türkiye’deki kültür modeli. Merkezileştirilmiş, homojenleştirilmiş, bir elit kesim tarafından, yukarıdan aşağıya şekillendirilmiş, modernleştirilmiş...
Bu hafta Türk Dil Kurumu, kadınları aşağılayan kelime, deyim ve atasözlerinin sözlüklerden çıkarılması için harekete geçti. 7 kişilik bir çalışma grubundan oluşan ekip, gazetelerden öğrendiğimize göre yaklaşık 20 bin deyim ve atasözünü incelemeye almış ve bunların arasından “sakıncalı” olanları ayıklamış... TDK başkanı neden böyle bir müdahaleye gerek duyduklarını açıklarken, “Analarımızın, kız kardeşlerimizin üzerimizdeki emeğini nasıl reddederiz?” diyerek, görünüşte kadınları yücelten bir açıklama yaptı. Amaç, kadınlar aleyhine çıkartılmış deyimleri ayıklayarak gelecek nesillerin bunları unutmasını sağlamak.... Bu girişimin arkasındaki iyi niyete saygı duymakla beraber, TDK’nın projesini son derece sorunlu buluyorum. Ben kelimelerin de tıpkı insanlar gibi bir doğal ömürleri olduğuna ve ancak ecelleriyle ölebileceklerine inanıyorum. Kaybolan, kaybettirilen her kelimeden geriye kapanmaz bir boşluktur bize kalan. Kültürel bir boşluk. Vakti gelmemiş, yaşam çemberini doldurmamış bir kelimeyi zorla dilden çıkarmak, kafasına vura vura öldürmekten farksızdır. TDK’nın girişimini ilerici ve sevindirici bir adım olarak gören feminist dostlarımdan bu konuda tamamen ayrılıyorum. Neden mi?
1. Dil sabit değildir. Tam tersine, organik ve sürekli nefes alan, evrilen, yaşayan bir birikimdir. Dil değişime açıktır. Hem geçmişten taşır kelimelerini, hem geleceğe döner yüzünü.
2. Dil, yukarıdan denetlenmez. Hiçbir kesim, ne kadar eğitimli olursa olsun, dilin sahibi değildir. Dillerin efendisi yoktur.
3. Kadınlar aleyhine üretilmiş laflarla mücadele etmenin yolu, sözlüklerden kelime çıkartmaktan değil, bu kelimeleri besleyen ataerkil ideolojiye karşı bilinç yükseltmekten geçer.
4. Yazılı dil ile sözlü dil arasındaki ayrımı görmek gerekir, bu ikisi farklı şeylerdir ve otoriteyle ilişkileri de farklıdır. Yazılı kültür görece kısmen denetlenebilir, ders kitapları, gazeteler, kitaplar üzerinden... ama sözlü dil, yani sokakta, evde, işyerinde yaşayan dili kim nasıl denetleyecek?
5. TDK amacının negatif kelimeleri unutturmak olduğunu söylüyor. Biz unutmak konusunda çok başarılı bir toplumuz, tarihi de dili de kolaylıkla unutabiliriz. Ama daha fazla amneziye değil, hafızaya ihtiyacımız var.
6. İngilizce, Almanca gibi hem edebiyat hem felsefe açısından zengin imkanlar sunan dillerin bir özelliği, tarihleri boyunca genişlemiş, yeni yeni eklemeler ve kavramlarla katmerlenmiş olmalarıdır. Zengin diller kelime kazanmaya bakarken, Türkiye’de tam tersine, tarih boyunca kelime ayıklanmış, kelime çıkartılmıştır. Eksilerek çoğalmak mümkün değildir. Homojenleşerek, tek-renklileşerek zenginleşmenin mümkün olamayacağı gibi.
7. Biz dili değil, dil bizi şekillendirir, yönlendirir. Her dilin bir ritmi ve labirenti vardır. Dili, istediğimiz gibi alıp şekillendireceğimiz bir hamur parçası saymak yerine, onun kadim rehberliğini algılamak gerekir...
16.07.2006