Yer, Diyarbakır Sanat Merkezi, günlerden pazar. İçerisi tıklım tıklım dolu. Dışarıdaki kısımda bir televizyon ekranı, önünde sandalyeler, bir salon da burada oluşmuş kendiliğinden.
İçerideki ana salona sığamayanlar oradan izliyorlar konuşmayı. Organizasyonu yapanlar şaşkın. Bunca izdiham, bunca ilgi karşısında sersemliyoruz hepimiz evvela. Kalabalığa rağmen muazzam bir birliktelik ve sessizlik var içeride. Salon bir an tek bir beden gibi görünüyor gözüme, uyumla soluk alıp veren bir organizma, bir beyin. Kendi yazın serüvenimle başlıyorum, mikrodan makroya mekik dokuyarak, mevcut edebiyat, sanat ve siyaset kumaşından söz ediyorum uzun uzun. Ardından sohbete koyuluyoruz. “Hoş geldiniz Diyarbakır’a” diye söze başlıyor, hemen her soru soran. İçten, kendiliğinden, üzerinde düşünülmüş, tartılmış, tartışılmış sorular, yorumlar yaşıyor art arda... Yazılarımı yakından takip eden, eleştirel bir gözle süzüp değerlendiren, bana farklı romanlarım arasındaki başları fark ettiren, beni düşündüren, zenginleştiren, besleyen yorumlar... Bana kendi yaşam ve yazı evrenime bir de buradan bakmayı fısıldayan sorular... Her şey öylesine dolaysız, öylesine kitap ve yazı ve düşünce odaklı. Nasıl oluyor da burada imkanlar İstanbul’dakinden çok daha sınırlı ve çok daha denetim-altında olduğu halde, bireylerin kitaplarla, fikirlerle ve sanatçılarla ilişkisi daha som, daha dürüst, daha derin? Nasıl oluyor da Diyarbakır okuru, birbirinden ışıltılı kitabevi vitrinlerine ya da raflarına şöyle bir göz ucuyla bakıp, ona buna rahatlıkla dudak büken nice İstanbul okurundan çok daha dolaysız ve katıksız bir ilişki içinde kitaplarla ve yazarlarla? Bir açıklaması var mı, yoksa tesadüf mü?
Diyarbakır’da beni çokça etkileyen anlar ve anılar oldu. Ama bilhassa iki ufak gözlemimi burada dile getirmek istiyorum. Birincisi, yazar ya da yazarlar değil, alabildiğine yazı odaklı bir ortam var orada. Edebiyat alemini çevreleyen magazine, dedikodulara, vıdıvıdıcılığa zerre kadar prim vermeden salt yazıyı, ürünü tartışan, beynini, yüreğini ve en önemlisi vicdanını ortaya koyan bir yaklaşım.
İkincisi, salondaki insanlar çok farklı hayat tecrübelerinden gelmekle beraber bir ortak paydada daha birleşmekteydi: Kenardakilerden olmak. Bu yüzden işte, kenarın hikâyelerini anlatan söylemlere aşina idiler, adeta kendiliğinden. Kenar kalabalıktır, renklidir, çeşitlidir. Birbirinden tamamen farklı nice özne buluverirsiniz orada. Dinsel, kültürel, sanatsal, ideolojik, toplumsal Öteki’ler... Kenardaki biri, kenardaki başka birinin halinden anlar, der Jean Genet. Tanır onu nereye giderse gitsin. Bu yüzden işte sen Fransa’da kenarda yaşamaya alışkın bir aydın olsan mesela, gittiğinde Fas’a, Tunus’a, Cezayir’e, sanki aynı rahleden geçmişçesine, anlaşıverirsin oranın kıyısında kenarlarındakilerle...
Diyarbakır’da Jean Genet’in “kenardakilerin ruhsal dayanışması” saptamasını hatırladım. Bilhassa Amerika’daki Türklerden duymaya alıştığım itirazların hiçbirini orada duymadım. Yurtdışındaki Türklerin çok daha tutucu olabildiklerini bir kez daha anladım. Diyarbakır’da kimse bana “vay niye Ermeni meselesini kurcalayan bir roman yazdınız, vay niye vatanı sattınız, vay niçin bizleri savunmadınız”... gibi edebiyat ve sanat dışı hamaset sorularıyla yaklaşmadı. Yurtdışında karşılaştığım fikirsel muhafazakarlık ile Diyarbakır’da karşılaştığım fikirsel açıklık arasındaki tezat beni etkiledi, düşündürdü. Diyarbakır ve bölge insanı romancıya ideolojik anlamda “haddini hatırlatan” bir söylemden ne kadar uzak. Tam tersine, hayal gücünün önündeki engelleri nasıl kaldırabileceğini sorgulayan bir okur kitlesi buldum orada. Kimse kalkıp da durup dururken tabu konular yazılır mı, niçin kadınlara karşı kullanılan şiddeti irdelediniz, neden siyasete ilginiz var, demedi... Bunlar zaten yaşamın içinde, bunlar zaten düşünen her insanın derdi olmalı kabulünden hareketle...
Edebiyat ve sanat ortamımız fazlasıyla İstanbul odaklı. İstanbul içinde dahi birkaç semte bölünmüş durumda adeta. Oralarda kabuklarına yapışmış midyeler misali tutunuyor entelijensiya. İstanbul-İzmir-Ankara üçgeninin dışına çıkmak zorunda sözlerimiz. İstanbul-İzmir-Ankara üçgeninin dışına çıkmak zorunda yaşam evrenimiz ve dahi kalemimiz.
21.03.2006