İçimize yer etmiş, ta derinlere kök salmış, oralarda kireçlenip katmerlenip tozlanmış düşünce kalıpları var.
Çoğu zaman farkında dahi olmadan kullandığımız, kanıksaya kanıksaya “normal” addettiğimiz. Bunlar en çok cinsiyet gibi, “toplumsal” olanı “biyolojik” olan ile karıştırdığımız mevzularda zuhur eder. “Kadınlar böyle böyledir, çünkü toplum böyle şekillendirir kız çocuklarını” demeyiz mesela, “kadınlar böyle böyledir çünkü doğaları gereği”... deriz.
Bu “doğaları gereği” safsatalarından biri uyarınca, -edebiyat tarihinde sayısız erkek yazarın iddia ettiği gibi- “kalem erkek, kağıt dişidir.” Erkek yazar, kadın ise ya yazılır ya da yazdırır. Kalemi elinde tutan, dolayısıyla hikayeyi anlatan birinci tekil şahıs ise erkek kalır. Oysa benim bildiğim edebiyat, tıpkı aşk ve tasavvuf gibi, aşkınlık arayışından beslenir. Aşmak bu “ben”in hudutlarını, kalıplarını, sınırlamalarını.. aşmak ve bir öte “ben”e ulaşmak, öteki ile aradaki mesafeyi eritmek ta ki “o” ve “ben” diye bir ayırım olmadığını anlayıncaya kadar. Edebiyat ve tasavvuf ve aşk “ben”in dışına uzanan yolculuklardır, “ben”i yüceltmek için yapılan vurgular değil.
Lakin bu yolculuğun öznesinin erkek, nesnesinin ise kadın olduğunda hemfikirdir niceleri. Arayan-yaşayan-yazan özne hep erkek gözüyle anlatılır, kurgulanır. O ilahi, ulvi ve semavi arayış, erkeğe has bir içsel yolculuk olarak tarif edilir. Bu durumda kadınlık ise dünyevilikle özdeşleşir. Maddiyatçılık, tüketim düşkünlüğü, hedonizm vb. Yoksa nereden çıkardı “dünyaya tutkun kişi kadın değilse bile kadınlaşır!” lafı?
Bu alanda verdiği muazzam eserlerle ardında derin bir iz ve hem merak hem minnet dolu okurlar bırakan Annemarie Schimmel, İslam-tasavvuf kaynaklarındaki benzer doğrultuda yazılmış şiirleri ve hikayeleri uzun uzun inceler. Dünyevilik ile kadınsılığın genel olarak özdeşleştirildiği sonucunu çıkartır. Nice belgede “bu dünya, dişleri dökülmüş, berbat yüzünü boyayarak kapatmaya çalışan çirkin bir kocakarıya benzetilir.” Dünya nimetlerine aldanan kişi aslında bu kocakarıya aldanmakta, onun peşinden gitmektedir. Yahut da genç ve şehvetli bir kadına benzetilir dünya, bir kez daha erkek özneyi yoldan çıkarmaya ahdetmiş. “Her gün binlerce koca öldüren düzenbaz bir kadın” diye geçer bu tarif kaynaklarda. İranlı şair Senai, cins-i latifi pek sevmediğini saklamaz ve ne zaman olumlu bir laf etmesi gerekse “bir dindar kadın bin kötü erkeğe bedeldir” diye geçiştiriverir mesela. Şiirlerinde temel aldığı özne hep ya “mert” ya da “civanmert”tir. Öznenin erkek olduğu fikri bilhassa Gazali tarafından sıklıkla dile getirilecektir daha sonraki yıllarda. Nefs kelimesinin Arapçada dişil olması, nefse dair her olumsuzluğu kadınlara ve kadınsılığa atfetmeyi kolaylaştırır. Erkek daha uhrevi arayışlar içine girecektir, ama işte kadın dünyevi bir tuzak olarak dikilir önüne. Bu mantığın izlerini edebiyatta rahatlıkla takip ederiz. Peyami Safa, Ömer Seyfettin gibi “kadınsılıktan hazetmeyen” yazarların hikayelerinde genç ve alafranga kadınların hemen her zaman tüketime meyyal, hep maddiyatçı, hep nefs düşkünü ve aşırı-Batılılaşmış olmaları tesadüf değildir.
Öyleyse ne kalıyor geriye? Entelektüel birikim ya da ruhsal olgunluk gibi “maddiyat ötesi” alan erkek özneye, o alanın önündeki biricik engel dünyevilik de kadın nesneye ayırılıyor. Yaşayan erkek, yaşanılan kadın. Yazar erkek, yazılan kadın. Sevgili Cemil Meriç bile bunu vurguladıktan sonra...
İşte bu yüzden “kadın yazar” olmak, felsefede-edebiyatta ve dahi tasavvufun bir kanadında mevcut ve alışılmış dengeleri tersine çevirmek, “normal”in hudutlarıyla oynamak demektir. “İncelenen nesne” halinden çıkıp, “arayan özne” olmaya cüret etmek demektir. Kağıt değil, kalem olmak.. hakkında aşk şiirleri yazılan, methiyeler döşenilen, uğruna yollara düşülen Dulcinea değil, bizzat o şiirlerin hikayelerin romanların kitapların yaratıcısı olmak, bizzat Kalem olmak...
28.03.2006