Vaktiyle çocukluğumun Ankara’sında, durmadan konuşma ve hareket etme yeteneğine sahip ama bir o kadar da ketum ve sır saklayan bir kadınlar dünyasının içindeydim.
Sağım solum, önüm arkam anneanneler, teyzeler, yengeler, komşu teyzeler, haminnelerden müteşekkildi, tıpkı Baba ve Piç’teki Asya gibi kadınlarla kuşatılmıştı evrenim. Tüm bu kadınların kendi aralarında tıkır tıkır işleyen muazzam bir iletişim ağları vardı. Ne vakit birbirleriyle haberleşmek isteseler -ister mühim bir ailevi mesele olsun ister ödünç yumurta istemek bahanesiyle- ne telefon açar, ne duman yükseltir, ne posta güvercini uçurur, onun yerine biz çocukları ulak olarak kullanırlardı. Vızır vızır evden eve gider gelirdi ufak ulaklar, çoğu zaman taşıdıkları mesajların anlamını idrak edemeden. “Kıymethanımteyze anneannem dedi ki o mesele öyle değilmiş!..” mealinde mesajlar bıraktığımı, karşılığında aynı şifreyle kodlanmış bir cevap alıp bu sefer de onu taşıdığımı hatırlıyorum mesela. Yıllar sonra bugün hermenötik (yorumbilim)e ve metinanalizine olan ilgimi, öyle entelektüel sebeplere değil de, belki de çocukken içine düştüğüm kadınlar dünyasının sırlı şifreli mecazı bol dillerini çözememenin verdiği sıkıntıya borçluyum. Kim bilir!
O vakitler etrafımdaki kadınlardan en çok duyduğum nasihatleri sıralasam alt alta, listenin başına ‘Dünyayı görmeli,’ lafını yerleştirmek icap ederdi herhalde. ‘Dünyayı görmeli,’ derdi mahallesinden dışarı nadiren çıkan o kadınlar. Böyle deme ihtiyacı duyarlardı nedense, bazı bazı televizyon karşısında iç geçirdiklerinde ya da iki sohbet arası üzerlerine suskunluk çöktüğünde. ‘Çok okuyan mı bilir, çok gezen mi demişler,’ diye eklerdi birileri ardından. Nasıl olup da aynı lafları döne döne böylesine şevkle silbaştan edebildiklerine hayret eder, üstelik sözleriyle kendi hayatları arasındaki engin kopukluğu görmezden gelmelerine içerlerdim. Sorsanız, dünya muhakkak gidip görülmesi gereken bir “şey”di nazarlarında. Ama hangi yön, tastamam neresiydi? Ona varmak için acaba nereye yolculuk etmeliydi? Hangi ülkelere giderse insan ‘dünya’yı görmüş sayılırdı acaba? Zamanla anladım ki, Doğu ya da Ortadoğu “dünya”dan sayılmıyordu. Oraları görmek iyi hoş da insanı başkalaştırmıyordu.
‘Avrupa görmek şart’, derdi kadınlar hep bir ağızdan. ‘Avrupa görmüş insan başka... Hoş şimdi televizyon sayesinde insan görmüş kadar oluyor; ama gene de gitmek başka tabii.’
Avrupa görünce bir başkalık çökecekti üzerimize. Avrupa dediğin bir seyirlik âlem, ara ara gidip “izlemek” gerekti, ekranda pembe dizi izlercesine. Bu kadınların çoğu tatil mefhumundan yoksundu. Kimileri olsa olsa yazları çıkardı mahalleden. Ya memlekete, ya askerî kamplara, ya memur kamplarına, ya orta bütçeli devremülklere... Hep aynı yerlere giderlerdi hep aynı şeyleri yapmak üzere. Tatile benzemeyen bu tatillerde kadınlar normalden üç kat daha fazla iş yapar, yabancı bir yerde tanıdık bir düzen kurar, üç kat daha fazla yorulurdu. Çadır kamping görenler de vardı aralarında. İki hafta boyunca ip gibi akan suyla bulaşık yıkayıp, tüpte yemek pişirmekten belleri tutulmuş vaziyette dönerlerdi. Yorgun dönülürdü tatillerden. Zaten o kadar meraklısı değillerdi bu gitmelerin. Esas Türkiye’nin güneyini kuzeyini, batısını doğusunu filan değil, “dünyayı” görmek lazımdı.
18.04.2006