“Yazar olmak için illa da mutsuz mu olmak lazım? Hem halinden gayet hoşnut olup hem de edebiyatçı olmak mümkün değil mi yani?”
Ne kadar kaçınmaya çalışsam da gölgesinden, kim bilir kaç kez karşılaştım bu soruyla. En iyisi doğrudan cevaplamak bir seferde. Mutsuzluk ve yazarlık... İkisi arasında bir bağ var mı? Evet var! Ancak otomatik bir ilişki değil bu; ne de öyle birebir bir örtüşmedir söz konusu olan. Mutsuzluğun yazarın kendisine bir hayrı dokunur mu tartışılır elbette; ama edebiyatın mutluluktan demlenmediği, beslenmediği ortada. Yola çıkış noktası “mutluluk” olmadığı gibi, varmak istediği yer de orası değil edebiyatçının. Zaten kimsecikler garanti edemez çabalarının sonunda mutlu sona kavuşacağını. Gökten düşen elmalar yok edebiyatta, ne de çıkılacak bir kerevet. Gün batımına, hikaye tamamına ve kitap okuruna erdiğinde belki de koca bir HİÇLİK elimizde kalan. Belki de o hiçlikten ölesiye korktuğumuz için sarılıyoruz yeniden satırlara, yeni bir kitaba.
Budur her kitabın yazarına sorduğu ilk soru: Yaratım kadar yıkıma da hazır mısın? Yıkmaya ve yıkılmaya... Yazdığı her romanla bir öncekini siler romancı, tıpkı yaşadığı her yeni aşkta bir önceki sevgilinin izlerini silebileceğini zanneden âşıklar gibi. Gene de izler kalır geriye. Silgi ile kalemin biteviye mücadelesidir yazıyı besleyen. Yazmak kadar silmek de daimi bir yakıt edebiyatçıyı var eden. Yaratmak kadar yıkmak da kaçınılmaz.
Bu yıkım duygusunun önemine inanan edebiyatçıların başında belki de Proust gelir. Hüznün ve acının ve bunalımın getirdiği arayış ve merak ve yaratım... Proust, fikirlerin iki ayrı türden mayalandıklarını iddia ederdi: “Acı veren fikirler” ve “acısız fikirler”. Her ne kadar ikinci türdekiler de şüphesiz entelektüel ve edebi bir gelişim için gerekli yakıtı sağlarlar dese de, esas birinci gruptakilerin edebiyat için gerekli zemini oluşturduklarına inanırdı. Bir yerlerde bir yaran olacak, canını yakan bir kıymık, işlemiş etine, sızlar ince ince. Çıkarsan çıkaramazsın, atsan atamazsın. Bir yara izin olacak, ara ara nükseden eski bir sancı. İlla ki bir hoşnutsuzluk, bir huzursuzluk, bir hazmedememe hali... İlla ki bir uyumsuzluk olacak seninle yaşadığın dünya arasında. ‘Mutluluk beden için iyidir, sağlıklıdır; ama mesele bedeni değil de beyni geliştirmekse eğer, o zaman mutluluktan değil mutsuzluktan ancak hayır gelir!
Proust’un bilgi kuramında yoksunluk ve arızalar, uzun vadede artı değerlere dönüşme potansiyeli taşıyan kaynaklardır aslında. Hiç uykusuzluk çekmeyen bir kişi niçin uykuların ve rüyaların anlamları üzerine kafa yorma gereği duysun? Sağlık sorunları yaşamayan, bedenin işleyişi ve karmaşası üzerine niye eğilsin? Aşk acısı çekmeyen, hiç sevilmeyen, sevmeyen, terk edilmeyen, terk etmeyen ve dahi yalpalamayan biri, insanı sevdiği karşısında hem çocuklaştıran, masumlaştıran, kırılganlaştıran hem de bir o kadar zalimleştiren o tılsıma nasıl vakıf olsun? Canı yanmayan insan, insan olmanın hudutsuz karmaşasına nasıl ersin?
“Acı veren fikirler” tek başına yeterli yakıt değildir elbette. Üstelik doğru kullanılamazlarsa sadece kendilerini zehirlerler. Ama olmazsa olmaz parçasıdırlar edebi üretimin. Mutlu aşk var mıdır bilinmez; ama mutlu yazar yoktur.
25.04.2006