Seneler var ki, Türkiye’deki bilim kadınları hakkında yapılan hemen her araştırma, kimi ilginç olguların altını çizer.
Bir: Bu ülkenin üniversitelerinde farklı farklı kademelerde yer alan kadınların oranı son derece yüksektir. İki: Sadece öğrenci ya da asistan düzeyinde değil, öğretim üyesi ve yönetici kadrolarındaki kadınların oranı da bir hayli kabarıktır. Üç: Çeşitli araştırmalarda bilim kadınları, üstüne basa basa, kadın olmaktan dolayı hemen hemen hiçbir ayrımcılığa uğramadıklarını dile getirmektedirler. Dört: Bu saptamayı takip ettiğimizde 1930’lardan bu yana bir süreklilik buluruz. Türkiye Bilimler Akademisi Başkanı Dr. Ayhan Çavdar’dan aktarıyorum: “Memnuniyetle belirtebiliriz ki Türkiye’de bilim kadını olmanın fazla zorluğunu görmedim... Bir kadının ABD’de kürsü başkanı olması, dekan ve rektör olması zordu o dönemde, kanımca hâlâ da zordur. Türkiye o bakımdan çok daha iyi durumda denilebilir.”
Türkiye’de bilim dünyasının kadınları başka sahalardaki kadınlara kıyasla daha az cinsiyet ayrımcılığı görüyor olabilirler. Daha da ilginç olan bir nokta: Bizdeki bilim kadınları, pek çok Batılı ülkedeki meslektaşlarına kıyasla daha eşitlikçi bir ortamda çalışıyor olabilirler. Tüm bunlar umut verici. Ama merak ediyorum, tam olarak nedir “cinsiyet ayrımcılığına uğramadık” lafıyla kastedilen. Değerli araştırmacı Ferhunde Özbay’dan kısaltılmış bir alıntı: “Türkiye’de ... bütün samimiyetiyle bilimdeki kadınlar ‘Gerçekten belki vardır, ama benim başımdan hiç geçmedi arkadaşlar’ diye lafa başlarlar. Yani cinsiyet ayrımcılığı Türkiye’de olabilir; ama ben çok şanslıyım, benim başımdan böyle bir şey geçmedi... Burada iki şey bir arada olmaktadır. Kendimize yapılanı bir kadın olarak değil, erkek ideolojisinden algıladığımız zaman o kadar önemli gelmiyor, bu var. Bir de cinsiyet ideolojisi illa da cinsel tacize yönelik olmayabilir de... Genelde günlük yaşamımızdaki küçük küçük birikimlerle birleşir. Kadınların ikinci sınıf vatandaş olarak işlem gördüğünü anlatmak, öyle kolay kolay anılarımdan size anlatıyorum diyen her babayiğidin söyleyebileceği bir şey değildir.”
Türkiye’de kadın akademisyenler 1930’larda yola inançla çıktılar: Yeni bir toplum yaratacaklarına yürekten inanarak. İnançlı ve çalışkan oldukları kadar müteşekkirdiler, kendilerine bu fırsatı veren rejime şükran duyarak. Bu şükran duygusu kuşaktan kuşağa devredildi. Cumhuriyet rejiminin tehdit altında olduğu savıyla perçinlendi, “iç düşmanlar” öğretisiyle katmerlendi. Sonunda ortaya hem sosyal bilimlerde hem fen bilimlerinde karşılaşabileceğimiz bir tipleme çıktı: “Müteşekkir ve Misyoner Kadın Akademisyen” tiplemesi. Ne Demokrat Ne Nesnel; Ne Rasyonel Ne Bilimsel.
Şimdilerde MM Kadın Akademisyenlerin türbanlı kız öğrencilerine bu kadar tepki göstermelerinin bir sebebi işte bu duygusal mirastır. Kendilerinin şükran duydukları şeye bu kızların ihanet ettiğini düşünüyorlar. İki öğrenci düşünün: İkisi de aşağı yukarı aynı fikirleri paylaşıyor. Ama biri erkek, biri kadın ve türbanlı. Diyelim ki her ikisi de aynı dersi alıyor, her ikisi de MM Kadın Akademisyen’in öğrencisi oluyor. MM Kadın Akademisyen her ikisinin de fikirlerini sevmeyecektir; ama erkekten ziyade kıza hınçlanacaktır, bilerek ya da bilmeyerek. Öyle kadın akademisyenler tanıyorum ki, üniversiteyi kendi tapulu malları saymakta: Bu kapıdan kimin geçmeyi hak ettiğinin anahtarı sanki onlarda.
Dönelim başa: Türkiye’de kadınların üniversitelerde ayrımcılığa uğramadıkları savından şüphe duymak gerekir. Ayrımcılık illa da somut bir engel değildir zira. Dikkatle bakmayı gerektirir. Öte yandan, kadınlara karşı uygulanan ayrımcılığa hassasiyet gösterdiğimiz kadar, şu veya bu sebepten ötürü, kadınların birbirlerine karşı uyguladıkları ayrımcılığa karşı da aynı şekilde tepki gösterebilmeliyiz.
23.05.2006