Balıkçılara gizliden gizliye gıpta etmişimdir hep. Balıkçı dediysem, ıcığına kadar ayrıntılandırılmış alet edevatla tepeden tırnağa donanmış vaziyettte Michigan göllerinde kamp kuran profesyonelleri ya da bu işten ekmek parasını çıkaran ve ömrü hayatını denizlerde geçirenleri kastetmiyorum.
Benim kastettiklerim Galata Köprüsü ya da Boğaz boyunca veya bir kuytu noktada saatlerce dikilmek pahasına elde olta, ağızda sigara, kafada bir bez şapka bekleyebilenler... Sırf bu bekleyişin uğruna sabahları erkenden, hem de alabildiğine uzak semtlerden yollara dökülenler... Hem alabildiğine amatör hem de müptela olabilenler.
Nasıl bir ruh halidir hayatta bir yerlere varmaya, illa da bir “şey” olmaya, hızlandıkça hızlanmaya çalışmamak? Nasıl bir ruh halidir yetinmek eldekilerle, denizin ve talihin verdikleriyle, günün sonunda kazanacağın epi topu iki cılız balık ile bir avuç yosun olsa bile? Ve dönmek akşamları eve, bir elinde senelerdir yenileyemediğin oltan, bir elinde ölü sıska balıklar ve yüreğinde yetinmenin huzuruyla... Bu sabrı, bu kıpırtısızlığı, bu sükûneti bilmiyorum. Kaosa ve harekete ve göçebeliğe ne kadar şerbetli isem, o kadar uzağım yerleşikliğe, barışıklığa, balıkçıların yaşam felsefesine... Ben ki bütün dinler tarihi silsilesinde en çok Eyüp Peygamber ile kavgalı oldum, çocukluğumdan beri kızdım onun her türlü cefaya ve belaya öfkelenmeden şükretmesine; ben ki en az Eyüp Peygamber’i anladım ve istedim ki o da ayaklansın, kızsın, isyan etsin başına gelen musibetlere, haksızlıklara; ben ki en nihayetinde sabrın ve tevekkülün ölçüsüz hallerinin sanata da yaratıcılığa da aykırı olduğuna kanaat getirdim, merakla ve hayretle izliyorum amatör balıkçıların o doygun, sakin, telaşsız hallerini.
Şükretmek önemli mefhumdur bizim kültürümüzde. Verilen nimetlere, sağlık ve afiyete şükredebilmek, eldekilerin kıymetini görebilmek kişiyi sadece daha mutlu ve huzurlu kılmaz, kendisi ve çevresi ve dahi kainatın sistemi ile çok daha uyumlu ve barışık kılar aynı zamanda. Ne var ki, sanatın ve yaratıcılığın gerek duyduğu ana damar bu değildir. Tevekkül ve huzurdan ziyade yetinememekten, daimi arayıştan, hareketten beslenir sanat ve edebiyat. Öfkenin olmadığı yerde sanat olmaz. İsyanın olmadığı yerde sanat palazlanmaz. Her roman bir kavganın dışavurumudur aslında. Yazarken çatır çatır kavgaya tutuşursun kendinle, gördüklerinle, gözlemlediğin adaletsizliklerle, bilhassa faniliğinle, velhasıl bu dünyevi düzenle. Yetinmemelisin ki sana verilen dille, bambaşka bir yazın tekniği ve dili geliştirebilesin. Yetinmemelisin ki etrafını çevreleyen dünyayla, yeni yeni temalara yelken açabilesin. Hakikat ile bir derdin olmalı ki hayal gücünü geliştirebilesin... Şükretmekle beslenmez edebiyat. Ama şükredemedikçe de artar edebiyatçının içindeki sirkeleşmiş birikim. Mutsuz eder insanı bu yetinememe halleri. Bu sebeptendir ki sanatçı kendine rağmen, kendini yok ederek yaratır sanatını.
Böyle düşüne düşüne geçiyorum balıkçıların yanlarından. Onlar sakin, ben telaşlı... Onların bir günü bir önceki günün devamı gibi, süreklilik duygusu hakim yüzlerine; benim bir günüm bir günüme uymuyor, kopukluk ve göçebelik duygusu hakim üzerime. Onlar hayatta benden daha az hata yapıyor haliyle, dizlerinde daha az yara bere. Pişmanlıkları daha az olsa gerek. Nasıl bu kadar gayesiz olabiliyorlar? Nasıl böyle saatlerce aynı sabit noktada durabilip, küçükle yetinebiliyorlar? Durmanın da, sükunetin de kendi içine bir yolculuk olabileceğine inanmakta zorluk çekiyorum.
Akşamları evde balık oltalarının kancalarını topladığım oluyor eteklerimden. Meğer hızla geçerken yanlarından, farkında dahi olmadan, koparmışım misinalarının uçlarını. Kızmışlardır herhalde fark ettiklerinde. Ben olsam kızardım. Ama onlar kızmışlar mıdır acaba, yoksa gene öyle sakin ve telaşsız bir yenisini mi bağlamışlardır oltalarına? Hiç isyan etmez mi balıkçılar? Sabrı ve tevekkülü ve edilgenliği böylesine kanıksayan bireylerden, böylesine kanıksayan toplumlardan sanat çıkabilir mi?
27.06.2006