Kimi yazarlar vardır, fikirsel açıdan her zaman uyuşamasanız bile yazılarını ilgiyle takip eder, önemsersiniz. Nice fikrine katılmasam da, Ali Bulaç gerek entelektüel kimliği gerekse Türkiye’de sivil toplumun gelişmesinde oynadığı rol itibarıyla son derece kıymetli bulduğum bir yazar.
Bulaç’ın Zaman gazetesindeki son yazısı hayli çarpıcı bulduğum bir soruyu ortaya atıyor: “Bugün tarihsel köklerine bağlı bir Türk edebiyatından söz edebilir miyiz?” Bulaç’a göre günümüz Türk edebiyatçıları (romancılar, şairler, hikayeciler, oyun yazarları... topyekûn hepimiz) bir şuur bulanıklığından muzdaribiz. Zira, “sanayi devrimini yaşamamış, sınıf mücadelesinden geçmemiş ve modernizmi dışarıdan iktibas etmiş bir toplum”un kalemşorları olarak modernizm-öncesi ile modern olanı aynı anda yaşıyoruz. Bulaç’ın kullandığı “bulanıklık” kelimesi nezaketen eklenmiş olsa gerek, zira öz teması üzerinde bu kadar yoğunlaşan yazısı özünde biz edebiyatçılara “şuursuz” diyor.
Aslında Bulaç, Tanzimat’tan bu yana sık sık dile getirilmiş eski mi eski bir tartışmanın kapılarını aralıyor: alafrangalaşmış aydın teması. Osmanlı son-Cumhuriyet erken dönemde ivme kazanan tepeden inme modernleşme/Batılılaşma süreci beraberinde “aşırı-Batılılaşmış karikatür tiplemeler” getirdi. Kendi köklerini bilmeyen, okumayan, anlamayan, katıksız Batı hayranlığıyla özenti ve yapay bir gölgeye dönüşmüş seçkin tiplemesi her alanda karşımıza çıktı. Bu tiplemelerin en ünlüsü, bir anlamda prototipi, Bihruz Bey’dir. Bulaç’ın bu noktadaki eleştirisine tamamen katılıyorum. Alafrangalaşmış aydın ne kendi kültürüyle ne İslam’la barışık olabilir. Ancak Bulaç’ın göz ardı ettiği nokta şu: edebiyatçılar arasında Bihruz Beyler çokça olsa da, edebiyat aynı zamanda Bihruz Bey sendromunu eleştiren en önemli mecrayı teşkil etmektedir. Bihruz Bey eleştirisini yaratan bizzat Türk edebiyatıdır.
İşte tam da burada, Bulaç’ın “her türlü özcülüğün zararlı olduğuna inananlara cevap” niteliğindeki tavrı, ne yazık ki öteki uca savrulmakta ve “öz fetişizmine” sapmaktadır. Adonis’in tepkiselliğine karşılık verirken kendisi de bir başka uçtan genellemelere ve mutlak yargılara varmaktadır, hem de benzer bir tepkisellikle. Aslında Bulaç’ın açması gereken şey “öz” kavramıdır. “İnsanın özü” lafı son derece muğlak bir terimdir. İnsan doğası zannettiklerimizin çoğu aslında toplumsal ve kültüreldir. Peki ya edebiyatta öz ne demektir? Bulaç, bu noktaları açmadan, tüm Türk edebiyatçılarını öze ters düşmekle itham ediyor. Benzer şekilde, yazarın, Tanzimat öncesi edebiyatımızın evrensel olduğunu söylerken tam olarak neyi kastettiğini kestirmek zor. “Kendi köklerine, özüne sadık kal” şiarı bir başka uca çekilirse tam da ‘Medeniyetler Çatışması’ tezine inananların savunduğu kutuplaşmış, kalıplaşmış bir dünyanın sözcülüğünü yapar. Bulaç, Türk edebiyatçılarını kendi kimliğinden kopmakla suçluyor. Oysa edebiyatçı tam da “kimlikler edebiyatı” tuzağından, “bir kültürü temsil ediyorum” zannından uzak durmalıdır. Edebiyatçılık hem “ben” hem “başkası” olabilmek demektir, hem buralı hem hiç-bir-yer’li. Ben hem Türk romancısıyım, hem her yerde yabancı. Memleketim yazıdır. Bu yüzden nereye gidersem memleketimi sırtımda taşıyorum. Edebiyat hudutlar içre kalıp “öz” aramak değil, tam da önümüze çizilen hudutları sorgulamanın ve aşmanın aracıdır.
Bulaç ile esas yol ayrımımız “evrensel” kelimesine yüklediğimiz anlamlar arasındaki farklılıkta billurlaşıyor. Onun evrenselinin sınırları dar-ül İslam’dır. Benim “evrensel”den anladığım ise temelde evrendir. Buna Müslümanlar da, gayrimüslimler de, paganlar da, kafası karışık şuuru bulanıklar da dahil. “Günümüz edebiyatçıları kimin sevinçlerini, acılarını yazıyor?” diye sormuş Bulaç. Başkalarını bilmem ama ben, ne cennetlik, ne cehennemlik, ne kaskatı Doğu, ne kaskatı Batı, tam da arafta olanların, hem “buralı” hem “dışarlıklı” kalanların, hudutları bulandıranların, eşiktekilerin hallerini yazıyorum.
04.07.2006